Notlar

Yayınlanmamış notlar, 2019

Bir süredir bilgisayardaki verileri tasnif ediyorum. Bu biteviye meşgale sırasında zaman zaman karşıma tuhaf şeyler çıkıyor, geçmiş hatırladıklarıma aykırı biçimde yeniden şekilleniyor, üzerine yeniden düşünülmesi gereken konular beliriyor. Eski çekişme, hata ve mücadeleler odağıma düşüyor. Geçmişle barışmak gibi bir niyetim yok. Hikmet ve feraset öyle süzüle süzüle filan gelmiyor, yaşlanmak da törpüleniş ise, dursun henüz kenarda.   

Geçenlerde gene dosyaların üzerinden geçerken, bizleri on bir yıl önce bırakıp giden, babam kadar sevdiğim Hüseyin Bahri Alptekin’in Avustralya’nın Canberra kentinde katıldığı bir konuk sanatçı programında gerçekleştirdiği bir konuşması için aldığı notlar karşıma çıktı. Hüseyin, sanatçı olmayı ‘Yerliden de içeride, marjinalden de ötede’ olarak tanımlıyor. Gayet cazip, akılda kalan, zahmetsizce telaffuz edilen bir tarif ama çok rahatsız ve zor bir varoluş biçimine işaret ediyor. Çoğu sanatçının da bu tarife uymadığı aşikâr. Marjinin de ardında nasıl bir arazi vardır? Varsa nasıl tariflenir? Yerelden yerli, yerliden de samimi nasıl olunur? En içeriden ve en öteden/beriden nasıl bir bakış mümkündür? Hüseyin’i tanıyanlar, işinden ziyade hâl ve varoluşuyla işlerinin ilişkisini anlattığını hemen fark edecektir. Benimsediği, karşıtından beslenen, karşıtına muhtaç olan ve kendini karşıtı üzerinden tarif eden ikilikleri hiç umursamayan bir tutum. Bu da dillere pelesenk olan bir ‘üçüncü mekânla” sınırlı değil. 1990’da sanıyorum, Hüseyin ikilikler ötesine dair bir duruş da tarif etmeye başlamıştı. O dönemde ‘’High & Low’’, ‘’Primitivism’’ ve  “Magicians of the Earth” gibi sergileri derslerimize konu ediyorduk. Bu projeler külliyen ikilikler üzerinden fikir üretiyordu. Benjamin Buchloh’un ‘’Yer Sihirbazları’’ sergisinin şef küratörü Jean-Hubert Martin’le sergi üzerine yaptığı bir mülakatta (‘’The Whole Earth Show: An interview with Jean-Hubert Martin by Benjamin H.D. Buchloh’’ Art in America, Mayıs, 1989, pp.152) Martin “Merkez olmak için marjine ihtiyaç olduğunu ve bunun tersinin de geçerliliğini kabul ettik” demişti. Biz de Ankara bozkırında yazdığımız bir yazıda doğu-batı, merkez-marjin, yüksek-alçak gibi ikiliklere, bu konularla hiç derdi olmayan bir ortam ve iklimde, kendimizce yamuk bir bakış atıyorduk:  

‘’Marjin ve marjinallik, merkezde olma ve merkez olma farklı. Marjin ve merkez kartografik, marjinalite ve merkezde olma ise her yerde bulunabilir. Marjinalin kendi için olan vizyonu ile merkezin marjinali görüşü arasındaki sorun nasıl çözülecek? Folklorik üretim ile marjinal üretim arasındaki farklar nasıl sıralanacak? Göçebe bir düşünceyle mi, şamanik ve lüdik bir vizyonla mı? Marjinde marjinal düşünce nasıl kurulmakta? Ben’in dikey kesitleri dışında transnasyonel katmanlar, yaylalar arasında, coğrafyası seyyar, grameri şizofren, efsanelerden hatırladıklarıyla, bugünden unuttuklarıyla varolan bir bellek; yolundan değil, yolculuğundan mesul bir hayat […] Bütün bu yaşanan kargaşada, ötekinin, kendine öteki diyene kendisi hakkında konuşma hakkı ve bu hakkın meşruluğunun kendisinin kendini kendine meşru kılma hakkı. Bir diğerini kendisine öteki kılmadan! […] Tarih yazmaya, harita çizmeye meraklı olmasak da tarihin nasıl hesaplanacağına dair söylenecekler var. Otonomi, ancak ve ancak yörüngeye hiç girmemişleri kaale alan yörüngeden fırlayanlarla kurulur; çünkü marjinal, ben’ in egzotik metaforu değildir. O kendi halinde oradadır; bugün burada, yarın şurada. Bunun farkında olan nihilist kavrayış onun varlık hakkını ne her yerde içine alıp eriterek, ne de ayrı bir özgürleştirme çabasıyla yakalar.’ (“Yörüngeden Çıkan: Bir Başka Beriki” Hüseyin B. Alptekin ve Vasıf Kortun, Çağdaş Düşünce ve Sanat, İstanbul: Plastik Sanatlar Derneği, 1991].

‘Yerliden de içeride, marjinalden de ötede’ tartışmasının bir diğer kanalı da ‘müstesna’ olana uzanıyor ve neyin müstesna olduğu üzerine söylenebilecek en değerli söz bile her ne kadar öznel olsa da asla göreceli değil. Neyin müstesna olduğuna ikna olmak çok kolay çünkü müstesna, dünyaya daha önce bakmadığınız şekilde baktırır, bedeninizle okutur, reçeteleri geçersiz kılar ama ikna olmanızın nedenine dair bilgi ne tür bir bilgidir bilemezsiniz. O bilgi bir yankı gibi hep sonradan gelir, az sonra veya çok zaman sonra. Carl Andre’nin malum vecizesi de buna dairdir: ‘’sanat yaptığımız şeydir, kültür bize yapılan şeydir.’’