“Sanatı piyasadan korumak gerekir”Özge Yılmaz söyleşisi

Vasıf Kortun’la, Arco Madrid’de yer alacak olan Focus Turkey seçkisinden sanat – para ilişkisine, devletin sanata desteğinden küratörlük kavramının evrilmesine dek uzanan bir yelpazede, güncel sanatın iç ve dış dinamiklerini konuştuk.

SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Vasıf Kortun, İspanya’nın güncel sanat fuarı Arco Madrid’de yer alan Focus Turkey seçkisinin küratörlüğünü üstlendi. Focus Turkey’i fırsat bilip görüştüğüm Kortun’la sohbetimiz Arco’yla sınırlı kalmadı. İyi ve kötü sanat galericiliği, SALT’ın gelecek programları, 13. İstanbul Bienali, İstanbul’un dönüşümü ve sanat dünyasında gücün ne anlama geldiği, diyaloğumuzun ana duraklarından sadece birkaçı oldu.

Sizin adınızı fuarlarla yan yana görmeye çok alışık değiliz ama bu yıl 13 -17 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan güncel sanat fuarı Arco Madrid’de Türkiye onur konuğu ve siz de bu kapsamda gerçekleştirilen Focus Turkey seçkisinin küratörüsünüz. Arco Madrid’i özel kılan nedir sizin için?

Arco Madrid ile 10 yıllık bir geçmişim var. Paneller, konferanslarım da oldu. Diğer fuarlara göre daha iyi biliyorum. Arco, Franco diktatörlüğü ardından önemli bir rol oynadı. Hiçbir fuarın etrafında bir entelektüel program yokken Arco bunu yapıyordu, yani eğitsel yönü de vardı. Focus Turkey konusu da önemliydi benim için, başka ülkeleri çok kıskanmışımdır. Bunun dışında, Halil Altındere’nin CA2M‘deki retrospektif sergisi, Matadero’daki projenin gerçekleşmesi de. önemli.

Focus Turkey’e on galeriyle gidiyorsunuz. Hep kâr amacı gütmeyen kurumlarda çalışmış biri olarak, Türkiye’deki sanat galericiliğiyle ilgili neler düşünüyorsunuz?

Focus Turkey’de tek derdim iyi galerilerden en azından bir kısmının, iyi sanatçıların orada yer almasıydı. Dirimart, Elipsis, Maçka Sanat Galerisi, Galeri Manâ, Galeri Nev, Non, Pilot, Rampa, Rodeo ve x-ist’le gidiliyor.  Bu günlerde galerilere karşı bir önyargı var. Sanat galerilerinin kötü, manâsız olduklarını söylemek yeterli bir kritik değil. İyi ve vizyoner galericiler sanat ortamını hep daha iyiye götürürlerır. İyi galerici ticarî değildir, satabilir ama konu bununla sınırlı hiç değilicarî olmak başka bir şey. Benim tanıdığım birçok hakiki galericinin derdi “alayım, satayım” değildir. Sanatçının işinin iyi bir yere gitmesi, iyi bir müzede olması, hakkında literatür çıkmasıdır. İyi galericilik budur. Hatta sanatçıya annelik, babalık, psikologluk, koçluk yapmaktır. Sanatçının ne yaptığını anlamayan, piyasa koşullarına göre sanatçıyı bir marka, bir ürün sananlara da tarihte iyi bir yer ayrılmayacak. “Sanatla para örtüşmez” fantazi, örtüşür, her üretim gibi, her ekonomik ilişki gibi örtüşür ama nasıl örtüştüğü ve nerede korunduğudur önemli olan  Zamanımızda bu konuda ciddi bir sorun var, sanatı piyasada korumak gerekli, regüle edilmeyen her türlü piyasa kendini sonuna kadar tüketir ve bu arada sanat çok ciddi itibar yitimine uğradı, daha da uğrayacak.

“Sanatı piyasadan korurumak”tan kastınız nedir peki?

Şu anda istanbul’da bir piyasa hükümranlığında yaşıyoruz. İstanbul’da tek ayak, yani özel sektör üzerinden giden bir operasyon söz konusu. Müthiş bir likiditenin yanı sıra, hızla öğrenen bir burjuvazi ve koleksiyoncu ekibi var. Hızla enternasyonelleşiyorlar ve birbirleriyle de bir yarış içindeler. Bu piyasa hükümdarlığından dolayı yerel ve küreselde benzer problemler var. Sanatı ve sanatçıyı bu durumdan korumak gerek, ara vermek mümkün, ligleri birbirinden net şekilde ayırmak da olası. 

Geçtiğimiz aylar David Hickey’nin sanat yazarlığından istifa ettiğini yazmasıyla başlayan, sanat yazarlığı ve sanat eleştirmenliği tartışmaları gündemdeydi. Siz bu tartışmların neresinde duruyorsunuz? 

Hickey’nin yazısı bölgesel bir konuydu. Bir coğrafyanın meselesi. Galericilikten gelen (Aydınlık ve Temiz bir Yer) bir yazarın, akademisyenin elvedası uyarıcıydı,  bir o kadar da sansasyonel. Eğer okumuyorsanız sizin için sanat eleştirmenliği bitmiştir, nokta! Ben tam aksine kritiğin altın çağında olduğumuzu düşünüyorum. Önümde sadece tüm geçmiş literatür yok, yetişemediğim onlarca güzel yazı var. 

Sanat yazarının ya da eleştirmenin tarihsel rolüyle bugünkü rolü birbirine örtüşmüyor. Piyasanın işleyişinde eleştiriye ihtiyaç yok artık. B bu beklediğim bir durumdu. Bu sektörün içinde olan insanların büyük çoğunluğunun aynı zamanda destekçilerle, fon vericilerle, koleksiyoncularla genel samimiyetini dengeleyecek bir kamusal ayak yok. Bunun verdiği bir içerden konuşma ya da kapalılık hâli var. Buna çıkar birliği diyemeyiz. Çok sert olur. Ancak, aynı havayı solumanın getirdiği bir dengesizlik var. Ama bu daha kompleks bir konu.

İstanbul’daysa hiçbir zaman olmadığı kadar çok sanat yazarı var ve yeni kuşak eğitimli, donanımlı, dünyayı özenle takip ediyor. Bu profesyonel grup şimdi kendi hakikatini ve kendi sesini oluşturmaya başladı. Bu kapasiteye de sahipler. Eskisine göre çok iyi bir durumdayız literatür oluşturmakta. Tabii var olan mecralar bu yeni jenerasyonun ihtiyacına cevap veremeyebiliyor. Kendi sesini ve hakikatini oluştururken kendi mecralarını ve araçlarını da oluşturmak durumundasın. Bir yandan da, Türkiye’de bu müessese sadece ve sadece pazar paralelinde gelişiyor. Kimse kimseye istemediği şeyi yazdıramaz, kimse onurunu kaybetmek istemek sanırım ama sonuç olarak sadece özel sektör destekli bir sanat yazarlığı söz konusu. 

Arco Madrid’de Türkiye’nin onur konuğu olması ve gerçekleştirilen projelere Dışişleri Bakanlığı’ndan destek geldi mi? 

Ben hiçbir zaman devletle çalışmadım. Ne zaman devletle bir şey yapabileceğimi umud etsem hüsranla biter. Beni Arco Madrid davet etti, galerileri seçtim ve işim burada sonlanır. Ama Türkiye yılı gibi bir mesele olunca, başka organizasyonlar da yapmak gerekiyor. Profesyonel bilgiye saygı duyan, bunu bir çıkar ve bir promosyon malzemesine çevirmeyen ülkeler bunu başka bir biçimde yapıyor. İşin detaylarına girmek istemiyorum ama bir daha yapar mısın diye sorsan “asla” derim.  Bu da trajik bir durum.

Son 10-15 yıla baktğımızda, auteur sineması ve güncel sanat yurtdışında büyük başarılar kazanan ve kendinden söz ettiren iki disiplin. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü, destek fonuyla bağımsız sinemayı destekliyor ve bu filmler yurtdışındaki festivallerde önemli başarılar elde ediyor. Yine bu kadar verimli bir alan olan güncel sanat neden Venedik Bienali Türkiye Pavyonu dışında bir destek bulmuyor sizce?

Auteur sineması da özel sektörden destek bulmuyor. Türkiye Pavyonu da ağırlıkla özel sektör tarafından desteklenmektedir. Güncel sanata ise özel sektörden para akıyor. Tabii ideali ikisinin bir dengede  olması. Ama kamusallığın buharlaştığı bu zamanlarda böyle bir zamanda devletten para gelmesi ne denli “kamusal?”. Dünyanın her yerinde şirket gibi idare ediliyor. Kamusallık ileride kazanmamız gereken bir gereksinim.

Küratörlüğünü Charles Esche ile birlikte gerçekleştirdiğiniz 9. İstanbul Bienali’nin başlığı İstanbul’du. Bu yıl da, siyasi bir alan olarak kamusal alana ve kentsel dönüşüme odaklanan bir bienal izleyeceğiz. Nasıl bir bienal bekliyorsunuz?

“Kamusal alan” yerine “kamusal mekân” demek lazım. Alan, “sphere” demek. Sphere ise zihnimizde oluşturduğumuz bir mekândır ve somut mekâna tekâbul  etmesi gerekmez. Bizim söz ettiğimiz ise “space”. Bence iyi bir bienal izleyeceğiz. Fulya’nın kamusal mekân projeleriyle olağanüstü bir tecrübesi var. Tabii bunun arkasında bir koruma mekanizması olmalı. Umarım İKSV bunu başarır. Sokakta iş yapmak, kamuya çıkmak çok zordur. Sansüre, popülizme karşı korumak gerek. Bunun aslında 2011’in projesi olması gerekiyordu. Bizim 2005’teki bienalden sonra Hou Hanrou’nun yaptığı anlatının devamı ve 2009’da WHW’nin yaptığıyla iş sınırına dayanmıştı. Sonrasında dışarıda, kamusal mekânda bir proje gerekiyordu ama 2011’de feci tutucu bir şekilde bienalin tüm anlkatısı ve potansiyeli eritildi. Gezi Parkı, Taksim Meydanı gibi alanların iznini alırsa iKSV alır. Umarım özellikle Gezi Parkı kullanılabilir. 

İstanbul’un dönüşümüyle ilgili aktif olarak çağrılarda, eylemlerde bulunuyorsunuz. Beyoğlu ve Galata binalarıyla siz de bu hattın üzerindesiniz ve bu konuyla ilgili birçok etkinlik ağırlıyorsunuz. Bu dönüşümün kültürel mekanizmayı nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz? 

İstanbul İstanbul olalı, kente böyle bir şiddet görmedi. Bu İstanbul’un son işgali, dilersen adını fetih koy. Şehir yıllarca bir sürü şeye karşı ayakta durdu. Bir ciğerlerine, kuzey koridoruna  saldırılmamıştı, üçüncü köprü projesiyle bu da olacak. Saldırı her yerde devam ediyor, biz sadece bir kısmını görüyoruz çünkü merkezi. Çoğu da geri dönüştürülemeyecek hoyratlıklar. Daha geçen gün, sekiz aylıkken, pusetin içinde Gezi Parkı’nda bir fotoğrafımı buldum ve Facebook’ta paylaştım. O benim parkım. Kimseyi dinleyecek halim yok bu konuda. O park Hilton kesintisine uğramasaydı Küçük Çiftlik’e kadar uzanıyordu. Bu şehir, şehrin ş’sini bilmeyen, geçmişini bilmeyen, bu şehre dair hiçbir aidiyeti olmayan insanlar tarafından yönetiliyor ve dönüştürülüyor. 

Karaköy’den Galatasaray – Tophane hattına yeni bir kader çizildi. Bunun içinde kültür kurumlarına hâlâ yer var. Sabancı Müzesi ve Borusan’ın Perili Köşk’ü dışındaki ebatlı kültür kurumları bu hat üzerinde, kümeleşmeden  karşılıklı bir yararlanma hâli var. İktidar da bunu artık iyi biliyor. Temaşa ekonomisi içinde kültür kurumlarına yer açıyor. Bu yer daha da güçlendirilecek hatta. 

SALT’ın Şubat – Mart programına baktığımda siyasî konuları ele alan projelere yoğunlaşıldığını görüyorum. Bu projelerden bahsedebilir misiniz?

Evet, siyasî bir zamanın siyasî öznelerine bakıyoruz. “Duvar Resminden Korkuyorlar” projesi bitmiş ve tamamlanmış bir proje değil. Özellikle eksik açacağız. Ulaşabildiğimiz malzemeyle açılan ve sonuna dek malzeme derlemeye, bilgi genişletmeye çalışan bir proje. Salt Beyoğlu’nda olacak. Bir açık arşiv projesi olan Ali Sami Ülgen Arşivi ve bir belgesel filmin mekânsallaştrılıp filmin arka planının da izleyiciye sunulduğu 1+8 var. Bu iki proje de SALT Galata’da olacak. BSALT Araştırma fonu da var gündemde. Uzun zamandır düşündüğümüz bir şeydi. Araştırmacılara destek olabilecek olan bağımsız bir araştırma fonu, bir nefes aralığı açmak istedik.

SALT’ı Post-Küratöryal (Küratörlük sonrası) bir kurum olarak tanımlıyorsunuz.  Küratörlük tıtrini Türkiye’de ilk kullananlardan birisiniz ama artık bu tıtri de kullanmıyorsunu.  Sizce küratörlük başka bir şeye mi evrildi? Ya da eskisi kadar önemli değil mi?

Bizim bildiğimiz hâliyle küratörlük, 80’lerin sonunda ortaya çıkan bir kavram. O dönemin önemi, Hou Hanru, Charles Esche, Edi Mukha, ya da benim gibi dünyanın daha sessiz kalmış bölgelerinden birçok kişilnin farklı bir şey yapmasıydı. İnanılmaz bir iktidar boşluğunda, müzelerin hiçbir şey yapamadığı; geleneksel, tutucu ve zaman dışı anlayışların hüküm sürdüğü dönemde, ya da kurumsallaşmanın oluşmadığı ara zamanda biz farklı bir şey yaptık. Ama o misyon tamamlandı. Başarıya da ulaşıldı. Şu an başka bir dünyadayız. Tabii ki devam edilebilir, küratörler olmaya devam edecektir ama şu yeni kuşakla bizim kuşağımız arasında büyük bir fark var. Onlar normalize olmuş bir dünyada çalışıyor. Bizim inisiyatif alıcı rolümüze artık gerek de yok. SALT’ın da ilgilendiği; farklı bilgiler, görüşler ve disiplinleri yan yana getirip ne yapabiliriz, bundan ne çıkabiliriz sorusu. Bu yüzden post-küratöryal bir kurum SALT. Bana küratör dediklerinde reddetmiyorum ama ben bu tıtri kullanmıyorum. Sanat tarihçi çok daha zinde bir meslek bence mesela.

Her yıl Art Review dergisinin hazırladığı “Sanat dünyasının en güçlü 100 ismi” listesinde yer alıyorsunuz. Bu size bir şey ifade ediyor mu?

Hayır, bir şey ifade etmediği gibi tuhaf da karşılıyorum bu durumu. Örneğin bu yıl güncel sanat sergisi yapmadım hiç. Neden o listedeyim? Bir sanat sergisi yapıp da o listede olsam neyse. Türkiye’ye dikkat çekmesi, bir fon bulmama yaraması ya da vize almamı kolaylaştırması dışında çok bir şey ifade etmiyor. İlk kez bu listeye girdiğimde babama gösterdiğimde, “evladım, doktoranı ne zaman bitireceksin?” demişti, haklıydı.

Peki sanat dünyasında güçlü olmak ne demek sizce?

25 yıldır bu işin içindeyim. Bu kadar zaman içinde güven duyulan az sayıda insandan biriyim sanıyorum ama burada listeden söz etmiyorum. Aksi olduğumu herkes bilir ama doğruyu müzâkere edebilecek sorumlulukta olduğumu da bilirler. Biliyorsun ki Vasıf’a sorduğun zaman kendi çıkarını gözetmeden durumu tartışır.Aslında çok keyifli bir konu değil bu, güç iktidar vesaire, insanlarda ön yargı oluşturuyor, konuşman gereken insanlarla iletişim kanallarını baştan kısıtlıyabiliyor. Ben de bunu hiç istemiyorum.