XXI Dergisi, 2012
Düzenleyen: Hülya Ertaş. Katılanlar: Vasıf Kortun, Alpay Er, Pelin Derviş, Mert Eyiler
Hülya Ertaş: İstanbul Tasarım Bienali ile ilgili konuşmadan önce bienalden ne anladığımız konusunda ortak paydada buluşalım istiyorum. En son Venedik Mimarlık Bienali’nin ardından bienallerin bir pazar yeri, fuar alanı olup olmadığı konusu çok tartışıldı. Böylesi bir kabule dayanarak derinlikli bir konuşma yapamayacağımız kanısındayım. O nedenle bienali bir zihinsel egzersiz, entelektüel üretim için özgür bir alan olarak tanımlamasından hareket edelim. Bu anlamda da herhangi bir derdi ya da sözü olması gerekmiyorsa bile bienalin ortama yeni bir katkı yapmasını beklediğimizi söyleyebiliriz.
Vasıf Kortun: Bir yandan da koşulları bir araya getiren üzerine konuşmadığımız bir durum olabilir. Bienale senin söz ettiğin perspektifle bakıyor olabiliriz ama onu yapılandıran tüm mekanizmaya -ihtiyaçlara, konjonktüre, taleplere- bakmadan da bienali küllliyen anlayamayabiliriz. Birini ötekinden ayırmak güç oluyor. Bu tartışmak adına değil bu noktayı gözden çıkarmamak gerektiğini düşündüğüm için bu parantezi açmak istedim.
Hülya Ertaş: Özünde iki küratörün yön verdiği, birbirinden çok farklı iki sergiden oluşan bir bienal bu. O nedenle iki sergiyi de kendi bütünlüğü içerisinde ayrı ayrı ele almamız gerek.
Alpay Er: Aslında iki sergiden oluşan bu ikili yapı da konuşmaya değer. Atipik bir durum var burada. Birbirinden ayrı meseleleri konu alan ikili bir durum var ortada ve neden böyle olduğu sorunsallaştırılabilir. Bunun baştan böyle öngörüldüğünü zannetmiyorum, atasözündeki gibi kervan yolda düzüldü. 2010 Aralık ayında Kadir Has Üniversitesi’nde bienal ön çalışması olarak Neden Tasarım, Neden Bienal? başlıklı iki günlük bir toplantı düzenlenmişti. Bülent Eczacıbaşı’nın da konuşmacılar arasında yer aldığı ve takip ettiği bu toplantıda Emre Arolat bir konuşma yaparak mimarlık bienaline ihtiyaç olduğunu öne sürdü ve orada bir kırılma noktası oluştu.
Vasıf Kortun: İKSV’nin 1987’den bu yana bienal deneyimi var. Dolayısıyla yapının işleyişine hakimler ve oluşan öngörülebilir bir durumdu. Şu var ki Domus dergisinin editörlüğünü yapan ve geçmişinde Storefront Art and Architecture’in pek de hatırı sayılmacak bir döneminin direktörlüğü olan biri ile sadece ve sadece inşa eden mimar olarak bildiğimiz, Türkiye’nin büyüyen yapı stoğu pazarına paralel yükselen bir nama sahip birini yan yana getirdiğinizde zaten ayrı iki sergi yaparsınız. Bu iki kişi hiçbir türlü çakıştırılamaz.
Mert Eyiler: Evet, bienal deneyimlenmeye başlanmış ve 13.’sü üzerinde çalışılmakta. Ama ağırlıklı olarak bienalin yarattığı, sanat tartışmaları doğurmak. Bu bağlamda, tasarımı, mimarlığı, büyük ölçekte kenti tartışmaya açan bu ilk aslında. Tasarımın bundan önce fuarlar, festivaller dışında görünür olduğu bir alan yok. Bunu fuarda değil de bienalde tartışıyor olmanın getirileri değerli bence. Mimarlığı, tasarımı, kenti tartışma hedefiyle yola koyulan bir bienalin potansiyelleri, oradaki duruşlar ve bu bağlamda aktörlerin kendilerinin bienalde yer alma güdüsü ile nasıl bir pozisyon aldıklarını sorgulamaları gerekiyor. Bu sorgulamanın bienalin her iki sergisinde de eksik olduğunu görüyorum.
Vasıf Kortun:
Ama, 2005 yılında Charles Esche ile kent meseleleri üzerine yaptığımız bienali, ardından 2007 Bienalinde Hou Hanru’nun AKM ve İMÇ’yi kamu söylemine döndürüşünü, SALT’ın İstanbullaşmak‘ını ve Santral’ın İstanbul 1910-2010‘u gibi bir çok mikro ve makro çalışmayı düşünecek olsak bile bu konuda şehirde bayağı bir literatür oluşturuldu. Sadece tasarım adı altında böylesi bir sorgulamaya gidersek başka bir durumla karşılaşıyor olabiliriz ama bunları geri getirdiğimiz zaman orada belki ayrışmayı yapabiliriz.
Pelin Derviş: Altını çizerek eklemek istiyorum ki o İKSV’nin geçmiş bienal deneyiminden hiçbir şekilde yararlanılmış olduğu gözükmüyor. Kurum içinde bağımsız bir kanal açıldı. O kurum bünyesinde kendi başına, yalıtılmış, geçmişten yararlanmayan bir ekip bienal üzerine çalıştı. Oysa Amerika’yı yeniden keşfetmeleri gerekmiyordu.
Alpay Er: İstanbul’da bir tasarım bienali olduğu bilgisinin kamuoyuna yayılmış olması organizasyonel bir bilgi aktarımı olduğunun göstergesi. Ama içerik ve kompozisyon anlamında size katılıyorum. Diğer yandan da yiğidi öldürelim hakkını yedirmeyelim: İKSV ne yapsa belli bir kaliteyi yakalayabilecek bilgi birikimine sahip. Diğer yandan, tasarımın sanat bienalinin geleneğinden yararlanmamasına ilişkin sorun Türkiye’ye özgü değil. Tasarımın sanatla ilişkilenmesi zaten kendi içinde bir problematik. O nedenle bu organizasyon özelinde o mirastan yararlanıp yararlanamama meselesini genel anlamda da konuşmamız lazım, çünkü tasarım ile çağdaş ilişkisi iki taraf içinde çok rahat araçsallaştırılabilecek ve piyasa mekanizması içerisinde birbirlerinden parazit anlamda yararlanmalarına yol açabilecek riskler barındırıyor. Türkiye’de bu ilişkiler tam olarak oluşmadığı için, New York ya da Milano’da gördüğümüz pürüzsüz geçişler olmasını beklemiyorum açıkçası.
Öte taraftan mimarlık-dışı tasarım dediğimiz grafik, endüstriyel tasarım vs grubunun çok parlak bir sergiler, etkinlikler geçmişi yok. Son on seneye baktığım zaman Garanti Galeri’nin hala özlenen beş yıllık performansı dışında, köprü üstü panayırlarımız var sadece. Onun genel kalitesiyle karşılaştırdığınız zaman ortada ciddi bir farklılaşma olduğunu görüyorsunuz. Yine de bir yandan bir şeyler üreten ve tartışmak için mecralara ihtiyaç duyan bir tasarımcı kitlesi var. Onların da bu bienalden bir beklentileri vardı, özellikle de Galata Rum Okulu’ndan.
Hülya Ertaş: Süreç üzerine kısa bu girişten sonra Adhokrasi ile sergileri konuşmaya başlayalım. Galata Rum Okulu’ndaki sergisiyle Joseph Grima, bizi hiç aşina olmadığımız yeni bir terim ile tanıştırdı. Daha çok uluslararası tasarımcıların kendine yer bulduğu bu serginin yerel tasarım tartışmalarına ne gibi bir katkısından söz edebiliriz?
Alpay Er: Rum Okulunda, İstanbul’un olduğu gibi ıskaladığını düşünüyorum. İstanbul tasarım sisteminin bir üyesi olarak, orada birkaç iş dışında hiç yerel üretimle karşılaşmıyor olmak üzücü. Evet, bu uluslararası sergilerle aynı kalitede, post endüstriyel ortamın tasarıma etkisini mesele eden çok güzel bir sergi ile karşı karşıyayız. Ama bunu İstanbul’da özel kılan, İstanbul hakkında düşünmeye zorlayan herhangi bir şey bulamadım. Bu tümüyle bir başarısızlık kesinlikle değildir. Çünkü bu serginin sözü algılanacak ve bundan sonra daha yerel bir vurgu içinde ister istemez bir savrulma yaratacaktır. Bundan sonraki bienal çok büyük ihtimalle içeriden bir bakışı getirecek
Sergiye girdiğiniz zaman orada bir tane bisikletli bir hızlı prototip makinesi görüyorsunuz. Kişiselleştirmenin mekansal olarak yer değiştirebilirliğini vurguluyor o iş. Eski üretim sistemleri ve imalat sanayinin rijitliklerine karşın mekandan bağımsız bir ürün. Onu inceleyip de bizim işporta kültürümüzle yerelleştirmeye başladığınız zaman semt pazarına kadar gidebilen bir ürün çeşitlenmesiyle karşılaşıyorsunuz, önünüzde ürün farklılaşması potansiyeli konusunda bir ufuk açıyor. Ama bunlar kolayca okunamıyor, sadece imalar, benim kendi okumam. O işi tasarlayanların zihninde böyle bir şey yok belki de. Aile dostlarımızla birlikte sergiyi izledik. İşlerden birinde Finlandiya’da sokakta yemek yemek üzerine bir video vardı. İzledik sonuna kadar, sonra bana dönüp dediler ki: “Bu, zaten bizim çok iyi bildiğimiz bir şey.” Yani bunun bir işte mesele edinmesini anlayamadılar. Oysa Finlandiya’da insanlar dışarıda yemek yemeyi özel bir şey olarak algılıyorlar. Bunlar gibi bağlamla ilgili birtakım problemleri var serginin. Yine de bakan göz, oradan bir şeyler çıkaracaktır. Benim için örneğin işportayı, hızlı prototipleme ile ilişkilendirme, bunun üzerine öğrencilerle birlikte bir tartışma geliştirme olanağı sundu.
Mert Eyiler: Adhokrasi’de Grima’nın Rum Okulu’nu seçiyor olmasından başlayarak bazı kazanımlar olduğunu düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi, serginin izleyici ile işleri ilişki içerisinde tutmaya devam ediyor olması adına bir deneme niteliğinde olması. İşlerin tamamlanmamış olarak adlandırabileceğim bu halinin bazı durumlarda iyi kotarıldığını, bazılarındaysa kıyısından geçtiğini gözlemledim. Musibet sergisindekinin aksine tamamlanmış işlerle baş başa kalmak yerine, binadan çıktığınızda dahi zihninizde sorularla kalıyorsunuz. Bu benim bir bienalden beklentim, bienalin işlevleri arasında sayabileceğim bir nitelik. Bir bienal duruşu da böyle bir şey aslında. Bu anlamda benim beklentilerimden birini karşılıyor. Bir işlevi tekleştirmek yerine çoklulaştırarak onların arasındaki büyük sözü de ortaya koyabiliyor. Bu çokluk aynı zamanda bütün o yapıyı gezerken beni işlerle ilişki içerisinde tutuyor. Bu yalnızlaşmamama yine Musibet’teki kapalı kalıp içindeki neredeyse seçkinleştirici bir sunumdan da otomatik olarak uzaklaşmış oluyor. Güzel bir biçimde sokakla ilişkideymiş gibi izleyebiliyorum. Üçüncüsü ise son ürün yerine sürecin egemen olduğu işlerin hala ortalıkta olması, geriye doğru okumaların yer alması. Pelin Tan’ın Archigram işlerini ya da Autlab’in Giancarlo de Carlo’nun işlerini tekrar masaya yatırdığı örneklerdeki gibi, sergi yeni iş sunmanın ötesinde neler birikmiş olduğunu da araştırıyor.
Vasıf Kortun: Çok güzel bir şekilde konuyu açtın. Söylediklerin içinde problematik olan şeyler de var bence. Bunlardan biri de “tercihli tarih okumaları”. Bugünden ve geçmişten, özellikle 1970’lerden pozisyonlar var ve o iki zaman dilimi arasında da hiçbir şey yok gibi. Sergide Archigram ya da Enzo Mari’nin işlerini gördüğünde o gün ile bugün arasında doğal bir bağ kuruyorsun ama bu aslında gelişigüzel bir bağ. Bugünkü işleri güçlendirmek ve onlara prestij katmak adına geçmişten, kabul görmüş işleri dahil ediyorsun. Bu da çok öngörülebilir rastlaşmalar üretiyor. Asıl ayrıştırma, yüceleştirme ve temizlemenin Rum Okulu’nda olduğunu düşünüyorum. Bu pozitif bir durum. Parça parça işlerin ortaya yerleştirildiği kararınca yükseltilmiş beyaz platformlar zekice. Rum Okulu’ndaki her şey demokratik seviyelendirmeyle ulaşılabilir kılınmış. Bir diğer önemsediğim tavır ise sergide kullanılan monitörler üzerindeki fazlaların sökülüp çıplaklaştırılmaları. Bu serginin ruhuna uyan bir şekilde elle yapılan “negatif” bir tasarım, lüzümsuz olanı markayı eksiltmek. Az da post-apokaliptik.
Alpay Er: Ben de başka bir noktadan, Mert’in tamamlanmamışlık olarak adlandırdığı niteliğin olası risklerinden söz ederek devam edeyim. Bu açıklık, tamamlanmamışlık meselesi her ne kadar mimarlık kökenli olsa da endüstriyel tasarım ve onun ticari anlamdaki ürün geliştirme sektörüne yakınlığı çok bariz. Bu bitmemişlik, ucu açıklık üzerinden bienaldekinden başka türlü bir okuma yaparsanız onun tasarımın ticari pratiğinin de bir üyesi olduğunu görürsünüz. Co-design (ortaklaşa tasarım) diye bir kavram var mesela. Co-design son kullanıcıyı tasarım sürecinin içine çekip onun rüyasını ve tercihlerini ürün geliştirme süreçlerine katmaya yönelik çok bilinçli bir uygulamadır. Eskiden nihai olarak endüstriyel tasarım doğru tüketiciye yönelik ve onun ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirebiliyordu, seri üretimin mantığı imalatçıyı riskler almaya zorluyordu. Kullanıcı katılımı dediğimiz şeyde ise hızlı prototipleme gibi esnek üretim sitemleri ile sermaye kullanıcıya nasıl bir ürün istediğini sorup ona göre biçimlendirebiliyor. Adhokrasi’deki işlerin ucu açıklıkların pozitif anlamda yorumlanmasına katılmakla beraber bu tarz riskler taşıdığını bilmekte de fayda olduğunu düşünüyorum.
Vasıf Kortun: Buna karşı çıkıyorum. Bu ikisinin birbirine nasıl bağlıyorsun? Bu son kullanıcının tasarıma dahil olması gibi neo-liberal bir mesele ile sergideki yaklaşım arasında hiçbir ilgi görmüyorum.
Alpay Er: Kullanıcıların kendi kendilerine hızlı prototipleme aletleri ile ürün tasarlamalarının arkasında nötr bir yaratıcı eylem olarak gördüğünüz şeyi, sistematik olarak yapılan bir ürün geliştirme faaliyeti olarak da örnekleyebilirim. Buradaki araçlar mevcut ve başka amaçlarla kullanılabilir. Algılama farkımızın bilincinde olalım istiyorum. Ben ona baktığımda, sözünü ettiğim ticari şekillerde de yorumlanmaya son derece açık olduğunu görüyorum. Hızlı prototipleme gibi teknolojilerin arkasındaki mantığı da onları yaratan çıkarları da yok sayamayız. Bunları bambaşka bir bağlamın içine alıp da istediğimiz gibi kullanamayız.
Pelin Derviş: Orada güzel olan, açık kaynak kavramını ortaya attığın andan itibaren değişen tavır. Sözünü ettiğin gibi riskleri de olsa çok güzel ve düşündürücü bir alan. Açık kaynak tartışmaları, yazılım sektörünü nasıl etkilediği gibi konular şu an çok güncel, uluslararası arenada özellikle. Yurtdışına gidiyor ve tasarım sergilerini geziyorsan aşinasındır bunlara. Ama İstanbul’da yerel ortam içinde bu serginin yer almasını son derece faydalı buluyorum. Bir tek şikayetim var, o da Alpay’ın da sözünü ettiği yerellik konusu. O tabi ki bir risk ve o riski Musibet’te almış gözüküyorlar.
Mert Eyiler: Ben bir de Grima’nın kolektif üretim için kapı açtığını düşünüyorum. Kolektivizm, beraber düşünme için de bir başlangıç sunuyor. Bu kolektif tavır sergi tasarımına da yansıyor ve siz yalıtılmış odalar yerine bütün sergiyi bir arada gezerken sizin işler ile ilişkiniz ve işlerin birbirleriyle ilişkileri sürekliliğini koruyor. Bu durum beni tek başıma bırakmaktansa katılıma ve soru sormaya çağırıyor ki bu benim bir bienalden beklentilerimden bir diğeri. Sivil inisiyatiflerin oldukça görünür olduğu işler var. Bu “sivil inisiyatif” kelimesinin altını çizmek istiyorum, çünkü kentte muhalif olduğu için hep kenarda bırakılan bir şeymiş gibi görünüyor. Bence aktör olarak sivil inisiyatiflerin görünürlüğünün ortaya çıkarılıyor olması önemliydi. Böylesi inisiyatifleri yalıtıp tekleştirmek yerine Adhokrasi’nin bunları çoğaltmasını sevdim Aslı Kıyak İngin’in Şişhane’de ürettiği işler, Boğaçhan Dündaralp’ın TOKİ üzerine denediği işler önemliydi. Bu durumun nedense Musibet’te ıskalanan noktalardan biri olduğunu düşünüyorum. Çok isterdim oradaki sergide Gülsuyu, Gülensu mahallelerinden temsilcilerin mesela bir tezgah açıp işlerini anlatmasını.
Vasıf Kortun: Adhokrasi’nin yerelliğinin zayıf olduğunu, buradan olmadığını söylüyoruz ama aslında asıl Musibet buradan değil. Burayı mesele ediyor ama onu yaparken mesafe üretiyor. Ama bu ikisi arasında bir ilişkilenme ararsak bunu 2008 ekonomik krizine bağlayabiliriz. Adhokrasi’de krizin sonuçlarından biri olarak yeniden gündeme gelen “Başka bir dünya mümkün”e destek veriyor. Musibet’te ise kriz sonrası Türkiye’sinin ya da genel doğuya kaymanın ekonomik ve kurumsallaşma hızını ortaya koyuluyor. Böyle bir karşılılıktan söz edebiliriz. Ama bu, bir teğet geçiş neredeyse çünkü birbirleri içine geçmiyorlar.
Mert Eyiler: Bu kaçırılmış bir şey, ikisi arasında iyi bir pas üretilebilirdi bence de. İstanbul’la ilişki kurmadığı konusunda katılıyorum ama öte yandan İstanbul Tasarım Bienali deyince meselenin İstanbul olması da gerekmiyor. Sadece meseleyi İstanbul’u dert edinmek olarak kurgulayınca İstanbul’u düşünmüş olmuyorsun; bu Musibet’in düştüğü hatalardan bir tanesi. Belki de İstanbul’u düşünmek için biraz uzaklaşmak, belki çeperlerine açılmak ve oradan merkeze dair sorular üretmek denenebilirdi.
Alpay Er: Son tahlilde güncel, dünyanın tartıştığı post-endüstriyel meseleleri Türkiye’nin de tartışmasına katkısı anlamında Adhokrasi’yi zenginleştirici buluyorum. Asıl Musibet’in tartışması gereken, çok güncel, politik, can alıcı, can yakıcı meseleler var. İnşaat piyasası içerisindeki yıldız mimarlardan birinin küratörlüğünü yaptığı bir sergiden bahsediyoruz. Ve İstanbul’la ilgili yabancı dergilerden birinde, sanırım Time Out’ta Emre Arolat’la yapılan röportajda şöyle bir tümce okudum: “Architecture as a form of individual liberation”. Türkçe’de bazen insan söylemek istediklerini yuvarlatabiliyorsun ama İngilizce çok keskin bir dil. O nedenle bu cümleyi okuduktan sonra Zorlu Center ile Musibet’i yan yana düşününce Berold Brecht’in yabancılaştırma efektleri gibi bir an sarsılıyorsun, hepsi yan yana geldiği zaman düşünmeye başlıyorsun. O anlamda bence bilinçli veya değil, ortada bir şey var tartışılması gereken.
Pelin Derviş: Bırakın şimdiki işini Emre Arolat’ın mimarlık pratiğine bakacak olursak, aslında hep dünyayla paralel eğilimler içerisinde üretimler yapmış biri olduğunu görürüz. 1980’lerde post-modern eğilimler, şimdi başka çizgiler. Şimdi hem bizim için, hem dünyadan İstanbul’a bakan biri için kentsel dönüşüm bir mesele. Kendinden bağımsız olarak o meseleyle ilgilenmek de çekici bir konu. Bununla nasıl ilgileneceğin, nasıl bağ kuracağın ise çok ciddi bir problem. Ciddi bir meseleyse kentsel dönüşüm konusu, bunu ele almakta hiçbir sakınca görmüyorum. Ama hayatla nasıl ilişki kuruyoruz, tasarımın mimarlık ve kent dışındaki diğer şeyleriyle ilişkisi nasıl? Sergide bunları görememek çok ciddi kaçırılmış bir fırsat. Öte yandan bir Milano Trienali’nde sadece nesneler sergisi görüyorken burada başka bir yaklaşım olduğunu da atlamak istemem. Bu yaklaşım tartışmayı çok güzel noktalara çekebilirdi ama o zenginlik kaçırılmış, dahası kendini de biçimsel olarak dikte ediyor. Sergileme tasarımında başvurulan hapishane kavramını, o hapishanenin kapısındaki pirinç tokmağı anlamıyorum. Sergi dolaşım rotasının labirente neden benzetildiğini çözemiyor, labirentle de kentsel dönüşüm meselesinin bağını kuramıyorum. Bunun ana temayla ilişkisini kurmak hiç kolay değil, dolayısıyla büyük büyük bölüntüler oluyor karşımızda. Bir ciddi eksiklik de hep söylenmelerin hakim olması. Birkaç işi kutlayabiliriz, çok hoş birkaç iş var aralarında ama peki gelecek önerisi? Görmek isterdim çünkü bu, bir fırsat.
Mert Eyiler: Sergiyi gezdikten sonra, ofiste birlikte çalıştığımız Melis’le konuştuk ve notladık. Bir sütunda Grima, bir sütunda EAA (Emre Arolat Architects) vardı. Ona neden EAA dediğimizi söyleyeceğim. Bu listeyi yaparken fark ettiğimiz konulardan biri işlerin bir araya getirilmesindeki küratöryel duruş anlamında Grima bu daha açıkken bu duruş EAA’da yokmuş gibi görünmesine rağmen daha baskın aslında. Grima’da varmış gibi görünen şey ise aslında yok. Grima ve Adhokrasi’nin yardımcı küratörlerinden oluşan ekibe bakarsak aslında onlar aslında gündelik ilişkilerini de çoklu ortamlarda ve yerkürenin etrafında projelerde beraberce zaman zaman yapageliyorlardı. Şimdi de onlardan bir tanesini yapıyorlar. Musibet sergisindeyse zaten Arolat’ın varolan bir EAA gücü var, bu sefer yine işlerini de öyle yapmaya meyilli olduğu için, bu güçten memnun olduğu için, onu koruyor. Böyle davranarak bienal yapmaya başlarsanız da bunlara hazır olmak gerekiyor. Musibet’te daha kapalı bir durum var. Adhokrasi’deki açıklık fikri, aynı zamanda sergiye de yansıyor. Yani açık olma hali Rum Okulu’nun tamamına yaygın. Kapalılık ve labirent aslında EAA’nın iç yapısında. Bir bilinçaltı okuması yaparsanız aslında her iki sergi de size çok iyi birer fotoğraf veriyor. Diğer yandan bu sıra temel dertlerimden bir tanesi pasif ve aktif sorgulama arasındaki gidiş gelişler. EAA’nın sergisi daha pasifize eder ve kaybolmaya sürüklerken Grima’nınkinde daha aktifleştirici ve izleği de beraberinde taşımaya çalışan bir yol seçildiğini görebiliyorsunuz.
Vasıf Kortun: Labirenti oradan okumak ilginç tabi ama sergi dolaşımında bir labirentten söz etmiyoruz. Yani iki dik bir de yatay koridor, inşaat yapmışlar. Her şey zaten birbiriyle 90 derecelik açılarla ilişkileniyor. Labirentlik bir durum söz konusu değil, karanlık olduğu halde yönünüzü gayet iyi buluyorsunuz.
Hülya Ertaş: Bir de o etiketler olarak yerleştirilmiş barkodlarla birden başlayarak tüm işler numaralanmış halde. O numaraları takip etmek zorunda hissediyorsunuz, onun imlediği odaya girmezseniz suç işliyormuşsunuz gibi geliyor.
Mert Eyiler: Biz 2007’de Hanru’nun küratörlüğünü yaptığı bienalde Stüdyo KAHEM olarak Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde bir proje yürütmüştük. Aslında derdimiz, mimar olarak alınacak pozisyonlar için sürekli olarak inşa ediyor olmanız gerekmediğini anlatmaktı. Bu coğrafyada mimarlık nedense 1950-1960’lardaki modernizm ve cumhuriyet ideolojisiyle birlikte hep fiziksel karşılıklar bulmuş. Eksik bulduğumuz sosyal, düşünsel ve psikolojik okumalara önem verilmedi bu coğrafyada, ya yapılmış dendi ya da yok sayıldı. Aslında şu anda en büyük derdimiz bu: bu okumaların yapılmıyorsa yapılması, kazınıp ortaya çıkarılması. Biz orda bir geri okuma yapmak -oranın tozunu alıp tekrar ortaya koymak- istemiştik. Adhokrasi’nin Rum Okulu’nda yer alması da buna benzer bir tutum, İstanbul Modern ile bienal kendini öyle seçkinci bir yere taşıyor ki.
Vasıf Kortun: Burada bir uyarı yapmam lazım çünkü Rum Okulu’nda müthiş bir şiddet var. Bütün duvarları resimlerle doluydu,. Bienal geliyor diye her tarafı bembeyaz boyadılar besbelli . Birinci katta güzelim bir tuvalet vardı yeni haline bakamıyorum bile. Üçüncü kattaki odalardan birinde bıraktıkları bulut çizimleri var ya işte onlar tüm mekana yayılmıştı. Restorasyondan önce bir gün içinde tüm binayı, Metehan Özcan, Serkan Taycan ve Mustafa Hazneci ayrı tarz ve bakış açıları olan arkadaşlarımıza fotoğraflattık. Bu tabi küratörlerin suçu değil, ama çok acı, nedenlerini konuşmak da istemiyorum.
Adhokrasi’de belli projeler var ki yapılma sürecindeki arşivlemeleri ve kendilerini arşivleme arzuları işlerin kendisine dönüşmüş. Aslında onlar birer arşivleme projesi ve bulunduğu yerde yaptığı değil, bize kendilerini gösterdiği haliyle varlar. Birkaç proje hakikaten öyle. Diğer taraftan, bunların çoğu da yara bandı projesi. Hastanın açık yarasına yara bantı projeleri üreterek hem vicdanımızı rahatlatıyoruz, hem de izleyenin vicdanını rahatlatıyor ve mutlu ediyoruz. Sergiyi gezerken “böyle olasılıklar da var” demeli. Ve hakikaten, güzel bir şekilde bir vatandaş olarak, İstanbul’un da enformel ekonomisiyle ilgili bir hikayeyi de orada gördüğün zaman, olumlu bir hisle sergiden çıkıyorsun. Bütün bunların ötesinde Adhokrasi nasıl bir eleştirellik üretiyor? Ondan biraz endişeliyim, ben de yandaşım çünkü o projelere ben de inanıyorum doğrusu. Belki biz çok daha yakın olduğumuz için bu meselelere, otomatik olarak bazı kabullerle yola çıkıyoruz, yeni ve farklı bilgiden yararlanma güdüsüyle hareket etmiyoruz.
Pelin Derviş: Bu da bir bienalden beklentilerimiz arasında aslında.
Vasıf Kortun: Belki bir sonraki bienalden.
Alpay Er: Katılıyorum tamamen. Güncel ama başka bir yerde mesele edilmiş derken de Vasıf’ın sözünü ettiği arşivleme durumunu kastettim. İşler herhangi bir sarsıntı yaratmıyor. Bunu yaratabilmesi için yerellik kurgusunun daha kuvvetli olması gerekirdi. Bu haliyle yetmiyor oradaki. Bandaj proje de çok güzel bir tanımlama. Tasarımla ilgili bir problem var şu sıralar: Tasarım dünyayı kurtarabilir mi? Benimki kişisel cevabım hayır ama bunu bizim tasarımcılar olarak sürekli ısıtıp ısıtıp gündeme getiriyor olmamızın getirdiği bir rahatlamadan söz etmek mümkün. Benim için ya da profesyonel olmayan birçok kişi için her şey iyiye doğru gidiyor. Teknoloji bizi daha iyi bir geleceğe doğru götürüyor çünkü her şey akıllı hale geliyor, her şey seni algılıyor, her şey sana karşılık veriyor. Daha çevreci daha az tüketen bir yere doğru mu gidiyoruz? Bunlara yönelik imalar ve birtakım vaatler var. Bu vaatlerin gerçeğe, hayata dönük olmasına yönelik bir eleştiri de yok.
Hülya Ertaş: Ben, bu vicdan rahatlatma meselesi üzerine bir şeyler söylemek istiyorum çünkü ben daha çok Musibet sergisini daha çok vicdan rahatlatma eylemi olarak görenlerdenim. Adhokrasi’deki vicdan rahatlatma şöyle: “Evet, ben de yapabilirim” hissiyle sizi dışarı çıkarıyor, en azından daha kişisel bir vicdan rahatlatma bu, daha zararsız, aktif olmaya neredeyse itebilecek bir vicdan rahatlatma. Musibet’te olan ise şu: Kentsel dönüşüm süreçlerinin acımasızlığından dem vuran mimar, bu alandaki kendini pasif ilan ederek vicdanını rahatlatıyor. Bir mimar olarak siz oraya gidip te kentsel dönüşümün ne kadar kötü olduğunu göstermek adına sadece mevcut durumu ortaya koyduğunuz zaman, siz kendinizi bu hikayenin bir aktörü olarak tanımlamıyorsunuz demektir. O nedenle Musibet’teki daha kolektif bir vicdan rahatlatma, yani bütün mimarlık camiasının bir hareketi.
Alpay Er: Adhokrasi’de az önce Mert’in değindiği gibi küratöryel duruşta o açıklıkları bırakma konusunda daha rafine bir dil var; suçu paylaşıyoruz. Musibet’in tüm o kentsel dönüşüm bagajıyla beraber gelirken çok belirgin bir şeyler söyleme ihtiyacı olabilir. Bu noktada kasıtlı olduğunu düşünmediğim bir ironi var: Bienal muhalif dilin dahi içselleştirilmesine yönelik bir platforma mı dönüştü? Aslında bu kentsel dönüşüm konusunda dahi muhalefet etme hakkına sahip olamıyorsun, muhalefet sistemin parçası olarak içselleştiriliyor ve onun mülkiyetine geçiyor, muhalefetin mülkiyetinden bahseder hale gelmeye başladık.
Pelin Derviş: Tamamen katılıyorum sana. Beni en çok endişelendiren tarafı da bu Musibet’in. Tasarımın bir ekip işi olduğunu söylüyoruz ama o sergi monoblok, hepimizin kabul edeceği bir motto varsayımıyla hareket ediyor. Kendi içinde farklı tonlar, diller ya da ifadeler de görmüyoruz, bizi çok şaşırtacak yeni karşı karşıya geldiğimiz cümleler de duymuyoruz.
Mert Eyiler: Bu duymak istediğimiz cümleler, ya da Vasıf’ın söylediği haliyle eleştirellikler bize bir şey sunmak, bir şey yapmak, inşa etmekle mümkün değil. Küratör öyle davranınca sergiye katılanlar da bir şey yapmak gereği duymuşlar. Oysa burada bizi sarsacak, sorgulayıcı bir pozisyon almamızı sağlayacak, mesleğinden çıkıp birey olarak tavrını ortaya koyacak duruşlar sergileyen çok az iş var. Adhokrasi’deki Aslı Kıyak İngin’in, Boğaçhan’ın bir de Hayriye Sözen’in işlerini bu açıdan önemsiyorum. Hayriye, mimar olmanın ötesinde hukuk sistemi üzerine, Çağlayan Adliyesi’nin başına gelenler özelinde İçkin Tanıklık adlı bir video yaptı, oraya bir şey inşa etmedi. Mimar olarak olanaklarımız sadece inşai faaliyetlerle sınırlı değil, kazıyıp ortaya çıkaracağımız bağlamla araçlarımızı da dönüştürmemiz, geliştirmemiz gerekiyor. Aksi takdirde tek dilli, tek araçla konuşmaya başlıyor ve aynı şeyi söyler oluyoruz. Bunun çeşitlenmesi gerek; makaslarınızı, kalemlerinizi değiştirmeniz başka türlü bir ses çıkarmanıza, başka türlü düşünmenize, düşünme sisteminizin aracını geliştirmenize yardımcı oluyor. Hem kentin hem mimarların hem de mimarlığın buna ihtiyacı var aslında. Bu bağlamda mimarlar da kendilerini mesleklerinden sıyırıp mimarlıkları konuşmaya ve kenti konuşmaya başlayacaklar gibi geliyor bana.
Hülya Ertaş: Musibet’teki sorunlardan en büyüğü belki de bu tek dillilik. Dahası kendine dert edindiği konuyu neredeyse parmak sallayarak bize anlatan, buyurgan bir dil bu. Orhan Pamuk’un İstanbul, Şehir ve Hatıralar kitabında sözünü ettiği 1960’larda modern hayatın nasıl olması gerektiğini anlatan, sokakta nasıl davranılması gerektiğini tembihleyen gazete yazılarındakine benzer bir dil. Bu, halka doğrusunu öğretmeye çalışan, en iyisini bilen mimar dili.
Alpay Er: Bunun okullarda öğretilen mimarlık ideolojisiyle ilgili bir şey olduğunu düşünüyorum. Mimarın tek başına yaratıcı, biçim ve yön verici gücüyle, bir ürün tasarımcısının, grafik tasarımcınınki hiçbir zaman eşit olmadı. Mimarlar pre-kapitalist bir meslektir, biz kapitalizmin çocuklarıyız. Biz gücümüzü hep sermayedarla paylaşmak zorunda kaldık, o yüzden haddimizi biliriz. Ama mimarlarda hala Vitruvius’tan gelen bir gelenek var, Arolat da Zorlu Center bana iş verdiyse, yaparım diyor. Biz ise uzlaşmak zorundayız. Bunlar iki farklı kültür. Bu tavırdan dem vurarak bienali aşan bir şeyden bahsediyorsun.
Hülya Ertaş: Evet, ama o iletişim sorununun kendisi işlere yaklaşmayı da imkansızlaştırıyor. Bienali anlamayı da. Zaten o hapishane içinde yoruluyorsunuz, neden ard arda dizildiğini tam olarak kestiremediğiniz bir izleği takip etmek zorunda kaldığınız için. Onun içinde de birileri böyle parmak sallayarak bir şey anlattığı zaman iyice bitap düşüyorsunuz. Ben mimar olarak bu kadar zorlanıyorsam, Özlem Yalım’ın Arkitera’ya verdiği röportajda dediği gibi bu halkın bienaliyse halk ne yapıyor merak ediyorum.
Pelin Derviş: Ben her iki sergiden de çok yorgun çıkıyorum. Musibet’teki yorgunluğumun nedeni budur herhalde. Adhokrasi’den de çok yorgun çıkıyorum ama başka bir tür yorgunluk o, niteliği çok farklı.
Vasıf Kortun: Musibet’in neresi tasarım bienali? Sergideki mekansallaştırma çok problemli. İşlerin sunulma biçimi de öyle, Korhan Gümüş’ün Herkes İçin Mimarlık ile birlikte yaptığı alandaki gazeteleri ya da İzmir sergisinin platformlarını düşünün. O malzemeyi alıp başka bir şey yapmak da mümkün olamıyor çünkü her şey kendinin silik bir kopyası, imkanları kapatıyor. Aralarından sıyırabileceğimiz ve yeniden düzenleyerek belli bir niteliğe erişmesine katkıda bulunabileceğiniz çok az ama bir iki iş var. Daha önce ilginç ya da kendi alanlarında düzgün işler yapmış aktörlerim bile -bunlar sanatçı, mimar ya da başka bir şey olabilir- kendilerini nasıl düzlettiklerini görmek biraz trajikti. Çünkü belli ki o işi yapan nasıl iletişim kuracağını, o malzemeyle ne yapacağını bilemiyor. O noktada küratörün devreye girmesi gerek. Malzemenin kendisi sergi anlamına gelmez, ve bu şekliyle, bu sıralamayla hiç değil. Odalardaki dikey-yatay ilişkisi de çok tuhaf. Madem alçıpan, duvar ve boya yoğun kullanılmış tavanlar da ölçeklendirilseydi. Benim o sergiyi deneyimlememin bu tarz bir işkenceye dönüşmesi gerekmiyor. Zaten sokağa çıktığım zaman her an o işkencenin içindeyim. Zaten oradayım ve bunun farkındayım.
Hülya Ertaş: Ben tasarım bienali lafı ortaya atıldıktan sonra hep şöyle düşünmüştüm: Tasarım bienali olacağına emin misiniz? Mimarlık tartışmalarının tasarıma oranla Türkiye’de daha olgunlaşmış olduğunu ve tasarım tartışmalarının bir bienali gerçekleştirmeye yetemeyeceğini düşünürken sonuç tam tersi oldu: İthal da olsa iyi bir tasarım sergisi ile Türkiye’deki tartışma kalitesinin gerisinde bir mimarlık sergisi.
Alpay Er: Okuduğum yazılarda, bunun tasarım bienali olmasından kaynaklanan başka bir söylem de var. Az önce değindiğimiz kapitalist yapının içinde bir araçsallaştırma vardır, ona göre endüstriyel tasarım rekabet gücünü artırma, ülke ekonomisine katkıda bulunmanın aracıdır. Bu araçsallaştırma bienalde eleştiriliyor, işlerin bazılarında buna yapılan doğrudan bir vurgu da var ama söylemde, bienal üzerine bazı yazılarda buna birkaç yerde rastladım. Tasarım ile ekonomi arasına bir mesafe koyulmasını beklerdim ama henüz bu mesafe zihinlerde oluşmamış, o anlamda bir birikim oluşmamış. Mesela bir tasarım ödül sistemimiz var, Design Turkey adında. O kadar net ki kurgusu, Ekonomi Bakanlığı var arkasında. Türkiye’de ihracat, katma değerli ürün, mal satma meselelerine tasarımın katkısından bahsediyor. Bienalin kurgusuysa bambaşka, oysa sanayiciyle tasarımcıyı bir araya getirecekmiş gibi bir kaygısının olduğuna dair yazılara bir-iki yerde rastladım. Söylem açısından böylesi savrulmalarla karşılaşınca bienal düzeyinde bir söylemin ayrıştırılmasını henüz beceremediğimizi düşündüm. Yine de ilk çizgiyi çizeceksin ki ikinci çizgi düzgün olsun. Ellerine sağlık, çizdiler ilk çizgiyi diye düşünüyorum. Olmasaydı bu konu üzerine konuşamazdık. Kusurluluk teması da bu ilk olma haline çok uyuyordu ama sanki kusurluluğu kusursuzca işlemek için yola çıkılmış da kusurlu hale gelinmiş bir durum var.
Mert Eyiler: Hülya mimarlık bu sunulara, bu temsillere daha hazır, daha alışık dedi ya, burada ben tersten görüyorum. Çünkü bu coğrafyadaki hakim mimar ve mimarlık profili daha çok fiziksel temsiliyetlerle bu zamana kadar geldi. Şu anda bunu oluşturan, bağlam tartışmalarını başlatan, başka disiplinlerle estetize değil de daha sosyal işbirlikleriyle, bu soruları soran tanışıklıkları daha yeni kuruyoruz. Diğer yandan şu anda özellikle Tasarım Bienali’nde Musibet’in nasıl temsil edildiğiyle ilgili Vasıf’ın sorusunu biraz genişletebilir miyiz? Aslında kenti bir tasarım alanı olarak sorgulamaya açmalarıyla bunu gündeme getirmiş olduklarını söyleyebiliriz belki. Uğur Tanyeli’nin önemli bulduğum bir söylemini burada hatırlatmak istiyorum: “Kent, fiziksel karşılıkları da olabilen -olması şart değil- sosyalleşmedir.” Tam da bu bağlamda kenti bir tasarım nesnesi olarak ortaya açarken, bunu özellikle fiziksel nesnesi egemen bir sunuyla yapınca, her şey yerle bir oluyor. Musibet’te bana en yakın gelen işlerden biri daha sergiye başlarken, mahalle inisiyatiflerine Sarıyer ve Kuzguncuk mahallelerine de yer veren bir video. Bunları önemli buluyorum. Bunların daha görünür olduğu bir kentin ve tasarım tartışmalarının olmasını diliyorum.
Hülya Ertaş: Ama bu Sarıyer ve Kuzguncuk sakinlerinin konuşmaları gibi mevcut durumu ortaya seren işler, bienaldeki bir işin ancak başlangıç noktasını oluşturabilir. Esra Akcan’ın Almanya’da yaptığı söyleşileri, 40 Nasihat’ın kent içinden örneklemlerini ya da gazete kupürlerini birer veri olarak bir işin başlangıcında kullanabiliriz, onları alıp oradan başka bir şey üretebiliriz, mevcutu tanımlamanın ötesinde.
Mert Eyiler: Sadece öznesi mimar olduğu için böyle bir şeye saplanmamız gerektiğini düşünmüyorum. Diğer yandan senin söylediğin ile Vasıf’ın söyledikleri paralel. Ortada bir iş var ve onları bir şeye çeviremiyoruz.
Vasıf Kortun: Kabul edilebilir olabilirdi nispeten. Pek anılası olmayan bir Storefront for Art and Architecture geçmişine sahip, geçmişinde gene anılası sergiler olmayan, güncel konuları kompleksleştirmeyen bir dergi editörüyle, şu anda memlekette bulabileceğiniz, inşa eden yıldız mimarlar kuşağı arasından bir mimar küratör olarak atanmış. Bu onların suçu değil ki ve aralarındaki kan uyuşmazlığı hakiki bir frisson’a dönüşmemiş.
Hülya Ertaş: Sonuçta karşımızda bir bienal var ve 12 Aralık’ta bitiyor. Ardında ne bıraktığını söyleyebiliriz?
Vasıf Kortun: Bilemeyiz ki, bunların tortulaşması çok zaman alıyor aslında. Gençlerde, tasarım öğrencilerinde ne bıraktığı önemli olacak, o da başka bir tortulaşma. Bir şeyi, olduğu zamanda anlamak da eleştirmek de çok zor. Ama olacaksa Adhokrasi bir örnek olacak bir çok anlamda, Grima ve ekibi tartışmaya açık bir proje oluşturmuş. Çocukları kışkırtan taraf olacak ve bu da azımsanmayacak bir kazanım.
Mert Eyiler: Ben iyimser bakmaya çabalıyorum. Az önce Maltepe Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden kent bilgisi dersi için bir öğrenci grubu oradaydı. Araştırma görevlisi arkadaşım öğrencileri gezdiriyordu, ben de bir anda onlara katıldım ve en azından bir odada orada ne olduğunu düşündüğümle ilgili bir tartışma açtım. Aslında onlara bunu aktarıyoruz. Bundan sonraki tartışmaları sürdürecek olanlar onlar bence. İyi ki oldu, böyle böyle hazırlanacağız.
Pelin Derviş: Gençlerden söz ettik ama bir de çocuklar var. Onlar için herhalde travmatik bir iz bırakacaktır İstanbul Modern’deki sergi. İstanbul Modern’de bienal yapmakla Galata Rum Okulu’nda yapmak arasında fark var. Galata İlkokulu’na bilerek gidersin ama İstanbul Modern bir akışın içinde, oranın sürekli ziyaretçileri var. Belki başka bir yer düşünülmeliydi.
Alpay Er: Bizim öğrencilerden beklediğimiz şeylerden biri yeni bir şey söyleyebilmek. Niye yeni bir şey söyleyeceksin tartışmasını bir kenara koyarsak, yeni bir şey söyleyemediğin için risk almak zorundasın. “Fail sooner to innovate” şeklinde bir deyişleri var Amerikalıların, yani mümkün olduğunca çabuk, erken ve düşük maliyette yanlış yapmayı göze almayanlar yeni bir şey söyleyemezler. Biz de ondan çok azade değiliz gibi geliyor. O anlamda, maliyetini bilmiyorum ama iyi ve saygıdeğer bir deneme. Daha iyisinin yapılacağını düşünüyorum.