SALT: Misyon, Program ve Yapılar

2012 

Bilbao Sendromunun mimarı Thomas Krens’in kültür kurumlarına dair gelecek saptamaları ile uyuşmak pek zordur ancak öngörüleri mahşeri olsa da olağanüstüydü. Krens bir söyleşisinde şöyle demekteydi: 

Müze’ denen şey Ondokuzuncu yüzyıl bedenine hapsolmuş bir  Onsekizinci yüzyıl kavramıdır ve Yirminci yüzyılın üçüncü çeyreğinin bir arasında yararlılığını yitirmiştir.   

Müzelerin arkaik ve bayat kurumlar olduğunu savunmak dünyanın kimi yerlerinde artarda yenileri dikilirken tuhaf karşılanabilir ama aynı zamanda da Avrupa ve Kuzey Amerika’nın “marka değeri taşımayan” kentlerindeki müzeleri aydınlık bir gelecek beklemiyor ve son yıllarda yaygın bir çözülme yaşanmakta.  Bu değişimin uzun zamandan beri farkındaydık ama Batı kültür kurumları bunu kavramakta zorluk çekti.  Demografik değişimleri, yeni kültürleri, kamusallıkta dönüşümleri kabul edip yeni talepleri yanıtlamak ve yeni kamusal ortaklık tahayyüllülerine direnerek, toplu bir iflasın eşiğine geldiler. Bazıları ise yaşam damarlarını popülist, keyif sektörlerindeki modellere bağlayarak “hayat tarzı” kurumlarına evrildiler. Sürekliliğe inanıyorsanız müzesel kurumların geleceği her zamankinden daha tekinsiz görünüyor.  Bunun nedeni de sadece ekonomik koşulların kamu fonlarındaki kesintilerden dolayı zorlaşması değil. Değişim çok daha kalıcı: Yaşadığı kente hakikaten bağlı bir orta sınıf kendini yenilemiyor; İkinci Dünya Savaşından sonra iyice güçlendirilen sivil/kamu sektöründen de söz etmek de imkânsız. Çevremiz konsolide edilen müzelerden, küçük kurumların büyüklere intikal etmelerinden, dağıtılan koleksiyonlardan, özel sektörle yapılan kuşku verici anlaşmalardan ve idari kültürün saldırılarından geçilmiyor.  Herkes yeni müzelerin eski müzelere benzemediğinin farkında ama maalesef yeni müzeler eskilerinden daha yararlı bir şey olmadı ve ortalık günü idare eden kurumlardan geçilmiyor. Müze, artık kilise ya da parlamento ölçeğinde ebedi bir kurum değil.  Son 35 yılın kültür özelleştirmesi deneyimi ölçülebilir bir dönüşümden fazlasıdır. Yani epistemik bir değişimdir. 250 küsür yıllık müze fikrini bitirmiştir. Kamu sonrası dünyaya hoş geldiniz! Bu yumağı çözmek kolay değil. Örneğin, kültür ve sanat alanında hegemonyacı finansallaşma çağında kurumların ne gibi fırsatları olabilir? Yeni ortak hayallerin kurumlara sızmasının ve değiştirmesinin yeni araçları nelerdir?  Müzelerden kuşku duyan, hazırda beklemeyen, daha önce hiçbir anlatılarını taşımamış olan müzelere, insanlar nasıl anlamlı kılınabilir?  Varsaydığımız ama aslında sadece varsayım olan otoritemizle gerekliliğine, zorunlu olduğuna inandığımız programlarımızı nasıl müzakerelere açmalıyız? Artık kurumlar bir yere bağımlı olmayacaklarına göre yeni e-araçları sıradan kullanım ötesine geçerek nasıl hayal etmeli, buluşlara açılmalıyız? Biz profesyoneller kurumların şeffaflık düzeylerini kontrol ediyorsak bize güven duyulmalı mı?  Yani, bir kurum kendiliğinden kamusal olmuyorsa, nasıl kamusallaşır? Bunu becerebilir mi ve becerirse ne süreliğine? Kurumlar bu zamanda nasıl öğrenmektedir?  Bir sergi ne zaman bitmiş sayılır? Bir kitap ne zaman tamamlanır? Bir bir proje ne zaman sona erer? Bu artık gerekli midir?  

Klasik normatif taslakların yürümediğinin herkese malum olması gereken bu zamanda yeni bir kurum kurmak parametrelerin karmaşıklığı nedeniyle hem zor hem çok kolay.  Tek gereken şey “endüstriyel” modellere itibar etmemek. 

Bu doğrultuda SALT’ın iki yapısını, programlar doğrultusunda, misyon bağlamında tarif etmeye çalıştık. Bu genel geçer bir yaklaşımdan öte yapıların ögelerinin nasıl işlemeleri, kullanıcılar için nasıl “performe” etmeleri yönünde oldukça belirgin önerileri içeriyordu. Örneğin, Beyoğlu’nda “Forum” dediğimiz alanın İstiklal Caddesini dikeyine kesen geçit ve sokaklarla olan ilişkisini, oldukça başarılı “kontamine” bir geçiş sağlayan Odakule’yi düşünürken aynı zamanda da içerisi ile dışarısı arasından eşiklerin indirilmesi kararları belirleyiciydi.  Burada Centre Pompidou’nun planlama sürecinde Piano ve Rogers’ın meydanı yapıya almak için duvar yerine sıcak hava perdesi kullanma önerisini de unutmadık.  New York New Museum’un façası,  Tate Turbine Hall gibi eşikler ve açıları düşündük ve Forum alanını, kimilerinin bilmeden, kimilerinin niyetli, kimilerinin de sadece sokaktan korunmak ve dinlenmek için geldikleri bir yer olarak tarifledik. İstiklal caddesi üzerinde ticari olmayan nefeslenme ve dinlenme yerlerinin olmaması kamusal mekân olarak böyle bir hizmetin önemini arttırdı. SALT’ın markalamama zihniyeti doğrultusunda yapı girişlerinde “isim tabelası” konulmaması kurumu girişten itibaren ziyaretçilerin kendi tahayyüllerinde oluşturmalarını, kendi SALT’larını kendi başlarına tarif etmelerini istedik.  Forum daha önceden kültür kurumlarına gir(e)meyenleri de kabul eden, farklı deneyim ekolojileri arasındaki geçişlerin müzakere edildiği bir bölge. Bu doğrultuda, AVM’leri kültür kurumlarını, türlü çeşit binanın girişini tutan kapı dedektörleri, x-ray cihazları, iki adım ardınızdan takibe alındığınız üniformalılar gibi gözetim alışkanlıklarına rağbet edilmedi. Forumun hemen ardından gelen “Açık Sinema” program alanlarına geçişin ikinci basamağı, kapısız duvarsız bir gösterim, konuşma ve dinlenme alanı olarak kurgulandı.  “Açık Sinema” olgusuna geçişimizde merak ettiğimiz örneklerden biri işleyişini çok beğendiğimiz Apple mağazalarındaki konferans salonları, OMA’in en başarılı versiyonunu New York Prada dükkanında yaptığı oturma basamakları vardı. Kullanım dışında oldukları an her anlamda kapalı kalan, randımansız, israflı mekanların aksine, önünden geçenlerin merakını cezbeden, kentin sesini içine alan, her daim açık olan mekanlar arası bir mekân hayal ettik. Giriş bölgelerine kafe ve dükkân gibi faaliyetlerin dahil edilmemesi bilinçlice, kentsel deneyimde, yapının deneyimlenmesinde ticari işlevleri de kullanıcının niyetine bırakmakla ilgiliydi. SALT Beyoğlu’nun sergi alanları da bazı temel ilkelerle sürdürüldü. Üst katlarının geçmişinde evcil bir mekân olması yeniden üretilmeden hissettirilmeliydi.  Temelde yapılan bir beyaz küp değildi ve beyaz küp beklentilerini karşılamamalıydı. Klasik alçıpan çözümüne gitmek istemedik. Onun yerine gerektiğinde parça parça değişebilecek olan, ekolojik ayak izi düşük olan ahşap duvar çözümlerini yeğledik. Yerleri de cilalanmış beton ya da epoksi gibi son 20 yılın standardı, mekanlara bir nevi “post-industrial” dönüşüm hissi veren deneyim alanları yerine, bedene daha uyumlu, kalın ahşap parkelere yöneldik. Tüm teknik ve mekaniği duvarların arkasından yürüyebileceğimiz koridorlara ve tavan içine aktararak sergi süreçlerinde inşai çözümleri en aza indirdik.  İşlevlendirmekte güçlük çektiğimiz alanlardan biri olan camlarla çevrili terası da son dakika kararıyla bir kent bahçesine çevirerek program alanına dönüştürdük. 

SALT Beyoğlu’nun caddeye dönük; İstanbullaşmak projesinde olduğu gibi programlarını süreçlere dönüştürdüğü bir program makinası olmasına nispeten SALT Galata’nın tefekküre fırsat veren, gerektiğinde içine kapanarak bilgi ve araştırmayı koruyan ve destekleyen bir mekâna dönüşmesi gerekiyordu. Bunun ilk adımını da kütüphaneyi daha önceden banka şubesinin bulunduğu mekâna alarak mali işlemlerin yerine bilgi işlemeyi yerleştirerek yaptık. Binayla ile ilk ilişki daha sonra SALT Araştırma olarak tariflediğimiz bütünün mekanıyla başlamak durumundaydı. Dolayısıyla SALT Galata, Bankalar caddesiyle ile olan ilişkisinden yapı içinde koptu. Yapı, tarihinde ilk kez tümüyle kamuya açılırken, aynı zamanda da ortak avlu çevresinde yeniden içine baktı.  SALT Araştırma, yeni kütüphane standartlarını kullanan, kullanıcı odaklı, altın sessizliğe inanmayan, sadece okumaya değil, paylaşmaya ve üretmeye de imkân sağlayan, yeni medyaları kapsayan bir mekân olarak düşünüldü. 

SALT’ın araştırma alanlarından birinin de Türkiye Mimari ve Tasarım Tarihi olmasından ve daha da önemlisi yapının tepeden tırnağa tek anlayışa bürünmemesi gereksiniminden dolayı mimari sürece farklı bakışları araştırmak niyetiyle Türkiye’den birçok tasarım grubuyla görüşmelerin ardından proje için uygun olduğunu düşündüğümüz gruplara her iki yapının farklı işlevlere sahip alanlarını tasarlamalarını istedik. Projeye Han Tümertekin de olumlu baktı ve banka da bu zor, karmaşık, sonu belirsiz süreci sahiplendi. Çoklu mimari grupla çalışmanın bir ögesi, grupların yaptıklarını birbirlerine açarak, meseleyi bir tartışmaya çevirmekti. Mekâna özel gereksinimleri her mekân içinde detaylandırabilmek olağanüstü bir süreçti. Sürecin işletebildiğimiz bir veçhesi de Türkiye’deki üretime kendi çerçevemiz içinde katkıda bulunmak, yeni ürünlerin oluşumuna fırsat vermekti.