— Elgiz 10: Çağdaş Sanat İnisiyatifinde 10. Yıl, Editör: Nurten Özkoray, İstanbul: Proje 4L | Elgiz Çağdaş Sanatlar Müzesi, Ocak 2011
Vasıf Kortun: Koleksiyonculuk tarihinizden ziyade, kurulalı 10 yıl olan Proje4L’yi konuşmak istiyorum öncelikle. Sizinle 1999 yılında tanıştık. Tünel’deki bir binanın üçüncü katında, İstanbul Güncel Sanat Projesi adlı girişimi yürütmekteydim. Bir Cumartesi günü Yahşi Baraz’la o mekâna uğramıştınız.
Can Elgiz: Evet, Proje4L’ye 2001’de başladık, Eylül’de 10 yılı dolmuş olacak. Tanıştığımız günü de hatırlıyorum; talebelerinizin uğradığı, kitaplarla dolu bir yeriniz vardı.
V.K.: Doğru, mekânda gençler vardı o gün. Kartınızda doktoralı mimar olduğunuz yazıyordu. Kim olduğunuzu merak edip küçük bir araştırma yapmıştım o zaman elimden geldiğince. Yahşi Bey’i arayıp birkaç şey sordum. Murat Pilevneli askerden yeni dönmüştü, bir arayış içerisindeydi, bir yandan da ikincil piyasada resim satıyordu. Onu cesaretlendirmeye çalışıyordum; beraberce size geldik… Daha sonra, 2000 yılı başı olabilir, önünüze bir dosya koydum. İçinde Ayşe Erkmen, Bülent Şangar, Hale Tenger, Halil Altındere, Aydan Murtezaoğlu, Gülsün Karamustafa ve o düzeyde beş-altı sanatçının daha işlerinden örnekler vardı.
C.E.: Sağlam isimlermiş…
V.K.: Dosyaya bakıp şöyle dediniz: “Ben buna hazır değilim ama çağdaş sanatla ilgili bir mekân açmak, yani kamuya açık bir yer başlatmak istiyorum.”
C.E.: O sırada eser alımı konusuna girmemiştim. Bir sanat mekânı kurma fikrimi paylaştığımda -ki bu sizin de istediğiniz bir şeydi- Murat aradan çekilip ticari tarafta devam etti, bizse kâr amacı gütmeyen bir kurum oluşturmaya giriştik.
V.K.: Evet, 2000-2001 yıllarında çok güzel çizim ve planlar üzerinde tartıştık. Bir beyaz küp mü yapalım; tavan yükseklikleri, ölçek nasıl olsun diye konuşuyorduk. Harmancı Giz’deki ilk mekân için bu planlar yapılıyordu. Alt kat da boştu, sonra orası bir reklam şirketine verildi.
C.E.: Belgelere bakacak olursak… Güncel sanat mekânı projesini hazırlamışız. İlk üç yılın bütçe taslakları var. İlk programlar için sabit ve dönüşümlü sergi alanları ayrılmış; yılda dört sergi yapılmasını öngörmüşüz. Depo ve ofis alanlarıyla beraber metrekare hesaplarını yapmışız.
V.K.: Peki, fuar takibine ne zaman başlamıştınız? Hatırlıyorum da, gittiğiniz uluslararası fuarları Türkiye’den takip eden kimse yoktu.
C.K: Türkiye’den eser toplamaya 1980’lerden 1990’lara geçerken başladım. Bir süre sonra da, tanıdığım kimi galericilerin uluslararası fuarlardaki faaliyetlerini takibe geçtim. Hatta, o ara Roland Augustine gelmişti ve beraber organize olmuştuk. O dönemden itibaren belli başlı fuar ve bienalleri düzenli olarak ziyaret etmeyi sürdürdüm. İlk zamanlar Türkiye’den hiç koleksiyoncu yoktu tabii. (Bir belgeyi gösterip önceki konuya dönüyor.) Bu planları yaparken alternatifleri de hazırlamışız. Biz işe başladığımızda bu bina [Harmancı Giz] yoktu ama eni boyu falan belliydi.)
V.K.: Evet, bina yapım hâlindeydi… Peki, sizi böyle bir yer kurmaya motive eden neydi?
C.E.: Beni motive eden unsurlardan en önemlisi sanatı çok sevmekti, sanata yakın olma isteğiydi. İkinci kolaylaştırıcı unsursa, elimizde kendimize ait uygun bir mekânın olmasıydı. Ama etik olarak, bu mekânda sergilenen sanatçılardan o dönemde eser alıp koleksiyona katmadık. Eser bağışı ya da sergi sonrası bir-iki eseri mekâna bırakma gibi taleplerimiz olmadı hiçbir zaman. Öte yandan, dönüp baktığımda bu tür bir kurumun işlerliğe kavuşmasının sadece sanatı sevmekle mümkün olmadığını görüyorum. Bu işin olabileceğini öngörmenle birlikte proje gerçeğe dönüştü. Senin gibi hem uluslararası alanda hem de Türkiye’de güncel sanat bağlantıları olan biri olmasaydı bu iş yürümezdi. Tabii bir yandan da her şey o kadar hızlı oldu ki ışıklar açılışa yetişmedi. Zeki [Kadirbeyoğlu] ışıkları getiremediği için geçici bir çözüm ürettik. Tarihi değiştirmedik ama, Yerleşmek sergisiyle açılışı yaptık.
V.K.: Bir de açılış 11 Eylül’den günler sonraya denk gelmişti. Uçuşlar iptal olduğu için İstanbul Bienali’ne davetli insanların çok azı gelebildi. Proje4L’nin açılışından önce Charles Esche ve Chris Dercon gibi küratörlerle konuşma programları düzenlemiştik.
C.E.: İlk konuşmacı Hans Ulrich Obrist’ti. Mart ayıydı galiba, mekânda ısıtma sistemi yoktu, akşam 5’ten gece 10’a kadar çok uzun konuşmuştu.
V.K.: Öyle uzun maratonlardan biriydi. Telefonla Yona Friedman’a bağlanmıştık hatta. O zamanlar Türkiye’de bu tür programlar yapan galeri yoktu. Zaten güncel sanat adına da pek bir şey yapılmıyordu. 2003’te yönetim kuruluna geçtim.
C.E.: Aslında icra kurulu gibi bir yapılanmaydı.
V.K.: Fulya Erdemci ve…
C.E.: Melih Fereli ile…
V.K.: Toplam dört kişiydik.
C.E.: Birkaç sergi de o yıl yaptık.
V.K.: Evet, Ali Akay’ın Arada, Halil Altındere’nin Seni Öldüreceğim İçin Çok Üzgünüm ve Fulya’nın Organize İhtilaf sergisi; galiba o kadar. Bienal sonrası yeni yapılanmaya geçilecekti. Dönüp geriye bakınca 2001 ile 2003 arası özellikle daha çok genç sanatçılara yer veren, özünde gençlere yönelik olan, ama bir yandan da sürekli ve istikrarlı bir programı olmamasına rağmen bir tür kunsthalle gibi çalışan kapsamlı bir kurumdu. Borusan Sanat Galerisi hariç, mekân ya da konum olarak öyle bir yer yoktu zaten İstanbul’da. Borusan, hem mimari programlar anlamında iyiydi hem de yılda bir kere küçük de olsa çok düzgün bir uluslararası proje yapıyordu. Ardından sırasıyla Proje4L ve Platform geldi. Platform’un boyutları daha farklıydı, sanatın akademik yönünü yansıtıyordu.
C.E.: Araştırma merkezi gibiydi; incelemeye açık sanatçı dosyaları vardı.
V.K.: Sonra Borusan kapandı, yalnız kaldık. Bir süre sonra Platform da kapandı. İstanbul’da genç sanatçılara fırsat veren, dinamik mekân açığı var ama sizin de konum olarak çok uzakta olma gibi bir dezavantajınız söz konusu. Bir ara Beyoğlu’nda bir yer açmaya çalışıyorduk hatırlarsanız, bir eklenti gibi hani…
C.E.: Evet, tanıdıkların boş binaları vardı, onları değerlendirebiliriz belki diye araştırmıştık ama olmadı.
V.K.: Peki, 10 yıl öncesine dönebilseniz o mekânda yeniden bir güncel sanat merkezi açmayı düşünür müydünüz?
C.E.: Her ne kadar sahip olduğun mekânı kullandığın zaman belli bir fırsat kaybı oluyorsa da, her ay ödeme yapmak başka bir şey, her ay tahsilât yapmamak başka. Sahip olunan mekânı başka türlü getiri sağlar hâle getirip bir yer de kiralanabilirdi tabii ama biz burayı sıfırdan bir sanat mekânı olarak tasarladık. Tavan yüksekliğinden aydınlatmasına tamamen o amaç için yapıldı. Mevcut binanın içine yerleşseydik açılışta Hüseyin Alptekin’in Trevor, Rumour, Hoover işini gösteremezdik mesela.
V.K.: Onu göstermek hâlâ mümkün değil, çok doğru.
C.E.: Kutluğ Ataman’ın Peruk Takan Kadınları ya da Hüseyin Çağlayan da olamazdı… Dikkat ediyorum da, herkes bu güncel sanat olayının bizimle 2001’de başladığını kabul ediyor, inkâr eden yok.
V.K.: O bir gerçek zaten… Böyle bir kurumun sahibi olma tecrübesi koleksiyonculuğunuzu nasıl etkiledi?
C.E.: Daha önce de bahsettiğim gibi, koleksiyonla güncel sanatı destekleme ve sunma işini hiçbir zaman birbiriyle karıştırmadım. Aslında Proje4L’de sergilenmiş tüm sanatçıların işlerini çok beğeniyorum. Keşke bazıları koleksiyonda olabilseydi ama o kadar dar bir çevre ve sığ bir ortam var ki, işlerini gösterdiğimiz sanatçılardan alım yaparak bir de bunu izah etme durumunda kalmak istemedim.
V.K.: Bu durum ekonomiden de çok bağımsız değildi sanırım. Açılış kriz dönemindeydi misal.
C.E.: Kriz olmayan yıl yok ki.
V.K.: Şubat 2003 en büyüğüydü, çok iyi hatırlıyorum.
C.E.: Türkiye’de 2001 krizi oldu, ardından 2003 krizi yaşandı. Ondan sonra zaten çok yavaşladı, her şey durdu.
V.K.: Öte yandan, bahsettiğimiz işler o zamana göre çok da pahalı değildi.
C.E.: Pahalılık değildi zaten konu; senin bir tezin vardı, koleksiyonlar insanları sabit kalmaya zorlayan bir öge hâline gelir diye…
V.K.: Benim sorum biraz daha kişisel; yani o sanatçıları o dönem o kadar beğeniyor muydunuz, yoksa zamanla tanıdıkça ya da işleri değişip geliştikçe mi ilginiz arttı?
C.E.: Orada sergilenen sanatçıların hepsine o zamandan güvenim vardı zaten, aksi hâlde böyle bir işe girmezdim. Sergilere gelen bazı arkadaşlarım mekânda sunulanları sanat olarak algılamayıp “Sergi üst katta mı?” diye soruyordu ama ben o tür tepkilerden etkilenmiyordum.
V.K.: Tabii koleksiyoncuların üzerinde böyle bir baskı da var. Çevrenizde beğendiğiniz işleri anlamayan ya da yaptığınızı oldukça saçma ya da tuhaf bulan insanlar olabiliyor.
C.E.: Kurulduktan birkaç yıl sonra bu işi hâlen neden yaptığımızı soran çok kişi oldu; onlara anlatması daha zor. Ama esasında ticari galerilerden ulaşamayacağımız sanatçıları görme şansı veriyordu.
V.K.: Kurumu neden bir koleksiyon müzesine çevirmeye karar verdiniz? Daha doğrusu, o zamanki fikri hâlen devam ettirmek istiyor musunuz?
C.E.: Aslında, bir yandan koleksiyonerliğe devam etmek, bir yandan da bu avangart -yani zamanın ötesi yahut ticari seviyenin üzerindeki- birtakım işlerin üretimini desteklemek ve bunları sergilemek isterdim ama ikisini birlikte yürütme gibi bir imkân yok. Ayrıca, esas kimlik olan koleksiyonerliğe dönünce, koleksiyonu paylaşma isteği de öne çıktı. Özellikle yurt dışındaki tanıdıkların bu yönde talepleri olunca öyle bir yol ayrımı oluştu. Öte yandan, o dönemden bu yana kurumlar çok gelişti.
V.K.: Guggenheim Museum Bilbao 2007’de, Tate Modern de 2010’da kuruluşunun 10. yıl dönümünü kutladı. Düşünün ki bunlar, büyük vakıflar, devlet ya da kamu fonlarıyla işleyen ve bulundukları şehirleri yeniden tarifleyen kurumlar aynı zamanda. Guggenheim kendi başına Bilbao’ya yılda bir buçuk milyon, yani İstanbul’un altı yıl önceki toplam turist potansiyeli kadar insan getiriyor. Tate, bunun neredeyse üç katı kadar insan ağırlıyor. Bu iki şehrin, Bilbao ve Londra’nın hikâyesi hem birbiriyle hem de İstanbul’la benzeşiyor. İçlerinden geçen su yolları, bunların çevresinin temizlenme süreçleri, yıldız mimarlarla sanayi sonrası merkezlerinin yeniden tarif edilmesi… Ancak, bizde bu modelin uygulanışında aksaklıklar var. Çünkü devlet, uygun aracılar üzerinden bunları yapmak yerine her şeyi kendi bildiği yöntemle halletmeyi seçiyor. Misal, Sütlüce’de düzgün bir bina olsaydı, işler farklı ele alınsaydı şu anda bambaşka bir konumda olabilirdik. Şu da bir gerçek ki, İstanbul’un tarihî yarımadasındaki değer bir aradalığının; Arkeoloji Müzesi, Ayasoyfa, Topkapı Sarayı ve İslam Eserleri Müzesi’nin bir diğer örneği yok. Bunun karşısında, güncel sanat söz konusu olduğunda New York, Paris, Londra ve Berlin’le asla yarışamayacağız. Böyle bir tarihî yükle onlarla yarışacak gücümüz yok. Bu nedenle 20. yüzyılı birazcık es geçip yeni yüzyılı yakalamaya çalışan ve daha ziyade dağınık kurumlardan oluşan küçük, orta ebatlı bir sektör oluşuyor İstanbul’da. Yapmamız gereken, bu sektörü birbirine bağlayacak modeller geliştirmek; yani, birbirimizle yarışmak yerine paslaşmak, donanım havuzu gibi olanaklardan birlikte yararlanmak ya da belediye, bakanlık karşısında güç birliği olup devasa bir kurumlar konsorsiyumu oluşturmak… Konuya dönecek olursak; koleksiyonda bir dönüşüm var mı?
C.E.: Şu ara çok hareketli değiliz ama yeni alımlarda olabildiğince yeni sanatçılara yönelmeye çalışıyoruz. Ticari olmayan sanatçılarla sergiler yapmış olmanın getirdiği bir göz gelişimi de söz konusu tabii.
V.K.: Peki, koleksiyon belli sanatçılar üzerine mi yoğunlaşıyor, yoksa genel bir alım mı söz kousu? Mesela, bir sanatçıya dönük ciddi bir takip var mı?
C.E.: Sanat tarihsel ve didaktik bir yapıyla koleksiyon yapmıyoruz. Bir akım yelpazesini ya da bir sanatçının belli bir dönemini tamamlama gibi bir kaygı yok. Ama döneme bağlı olarak, mesela 10 yıl önce fotoğraf ve video çok azdı. Kavramsal olan bazı işler çok daha edinilebilir gibi görünmeye başladı artık.
V.K.: Bir koleksiyoncunun kamuya karşı vazifesi var mıdır sizce?
C.E.: Koleksiyoncu bir sanat yatırımcısı olmamalı; bana göre sanatseverle arasında bir fark var. Sanatsever, evinde resim, heykel görmek ister; bir sanat olayını zevkle izlemeyi sever. Bazısı da bugün para yatırıp yarın daha pahalıya satmayı düşünür. Dolayısıyla koleksiyonerin, sanatseverliğin ötesinde, her şeyden önce kendine karşı sorumluluğu var. Topluma karşı sorumluluğu da, özellikle genç sanatçıları destekleyerek sanata katkı sağlama açısından önemli. Ayrıca, günün birinde bu koleksiyon paylaşılıyor. Eserleri topluma sunmadan depolara, mahzenlere gömmek hiç doğru değil. Koleksiyonerin sorumluluğu paylaşmak olmalı.
V.K.: Kapatmak ya da saklamak değil…
C.E.: Tabii ki herkesin buna uygun bir mekânı olamayacağına göre yurt dışında sistem nasıl işliyor? Eserler müzelere örneğin retrospektif sergiler için ödünç veriliyor. Ama Türkiye’de henüz böyle kurumlar olmadığı için kimin ne aldığının, kimde bir sanatçının hangi eserinin olduğunun doğru dürüst kaydı da yok.
V.K.: Nihai yerinizi buldunuz gibi sanki ama ben yine hareket edersiniz diye düşünüyorum..
C.E.: Biraz daha böyle genişleyebilsek, en azından dönemsel sergilere biraz daha geniş alan ayırabilsek çok daha iyi olacak. Tıpkı eve yeni kitap almak gibi bir noktada çıkmaza giriyor durum; yeni olanı ana kitaplıkta nereye koyacaksınız, hangileri ikincil kitaplığa gidecek gibi… Sevdiğiniz işlerin göz önünde olmasını istiyorsunuz ama bu sefer de dönemsel sergilerin yer imkânı kısıtlanıyor. Belki müzenin üstünde, bahçesinde bile bir şeyler yaparız dedik ama burası Ayazağa… Belki de başka bir mekân daha oluştururuz zaman içerisinde. Şu konu da var; hatırlarsan, 2001-2005 döneminde aile ismi kullanmamıştık, destek fikrinin önünü kapatmayalım diye. Ama fazla destek bulamamıştık. Biraz o da bezginlik yarattı.
V.K.: Gemiyi yürütecek bir destek olmadı. Başka yerlere destek veren de yoktu gerçi.
C.E.: Başka yer yoktu ki. Bir ticari galeriler, bir de biz vardık. Sadberk Hanım Müzesi mesela, 1984’teki özel müzeler hakkındaki yönetmelik biraz da onların eseri… Sabancı Müzesi, İstanbul Modern falan hep bizden sonra.
V.K.: Sabancı Müzesi, Nazan Ölçer gelmeden önce blockbuster ve benzeri türde sergi yapmıyordu. 2005’ten sonra Picasso’yla öyle işlere başladılar. Pera Müzesi o yıl, santralistanbul 2007’de açıldı. Ortada ne destek ne bir fon vardı. Yalnızca sergiler için kısıtlı kaynaklar oluyordu. Eğriye eğri doğruya doğru, bizim de programda boşluk doldurmak için yaptığımız projeler oldu. Bazı sergilere içerik olarak çok önem verilirken bazıları da duruşu bozmadan, maddi zarar getirmeden “dolgu” olarak düzenlenebiliyor. Mesela, Danimarkalı mimar ve tasarımcı Arne Jacobsen’in 100. doğum günü sergisi ya da Çağa Ailesi’nin sonuçta iyi bir sergi olarak ortaya çıkan o koca resim sergisi…
C.E.: Evet, Türkiye resminden bir kesit gibiydi.
V.K.: Gençlere; dinamik ve henüz kabul görmemiş olana açık yerler yoktu…
C.E.: Kabul görmemiş derken… Ticari olmayan işlerin gösterilebileceği kimse de yoktu.
V.K.: Peki, başarılar ve zafiyetlere gelecek olursak… Bu işe daha fazla maddi yatırım yapmış ya da misal bir halkla ilişkiler şirketiyle çalışıp tanıtıma ağırlık vermiş olmanız gerektiğini düşünüyor musunuz?
C.E.: Aslında o dönem halkla ilişkiler sektöründen görüştüğümüz kimseler vardı ama tabii bunlar hep bütçe meselesi, koleksiyon oluşturmayı engelleyen harcamalar. Öte yandan, biz kurumsal tanıtım yapmadığımız için bütçe ayırmamız şart değildi. Bu sadece sanata gönül vermekten, sanatı ve sanat eserini sevmekten gelen bir uğraş… Yani bir de özel şirket tutup bunu duyurmaya çalışırsanız o sakin kimliği kaybedersiniz; lunaparka dönmeye başlar.
V.K.: Herkes biraz fazla sakin değil mi?
C.E.: Biraz fazla sakin (gülüşmeler).
V.K.: Yani bu, kimliği etkileyen bir nitelik…
C.E.: Vitrinde olmaya çalışmak yanlış anlaşılmalara neden olur; birdenbire kendinizi bambaşka bir koltukta bulursunuz. Daha doğrusu, başkalarının sizi oturttuğu bir koltukta oturmak zorunda kalırsınız ve işin amacı sapar. Yabancılar koleksiyonla daha ilgili, bir halka ilişkiler çabamız olmasa da gelip gidiyorlar. Ama yurt içinden burayı gezmek için çıkıp gelen insan sayısı çok az; daha ziyade üniversite öğrencileri uğruyor. Bu durum da bir halkla ilişkiler gerektiriyor nihayetinde. Yine de yurt dışındaki dergilere daha çok ağırlık veriyoruz. Gayemiz, yurt içi ve dışından işleri bir araya getirmek ve yabancılara Türkiye’deki genç sanatçıları tanıtmak. Özellikle de, galerilerde henüz yer bulamamış ya da satış şansı olmayan sanatçıları… Sanata katkı açısından çok önemli bu.
V.K.: Sizde keşfedilip galerilere geçen genç sanatçı oldu mu?
C.E.: Ticari bir yönümüz olmadığı için biz yalnızca sanatçı dosyası ile irtibat bilgilerini veriyoruz. Son olarak, Roma’daki MACRO’da çalışan Elena Forin’in küratörlüğünde Giovanni Ozzola’nın sergisini yapıyoruz. İtalya’dan bir sanatçının işleri tek başına olmasın diye, Forin’e Türkiye’den birkaç sanatçı seçmek isteyip istemediğini sorduk. Buradan üç isim ekledi; İtalyan konsolosluğundan da destek alındı. Sonuçta bizi tatmin eden bir sergi; Ozzola’nın işleri, ona paralel seçilmiş sanatçıların işleri ve koleksiyon bir arada… Bu misyon sürecek, 10 yıl daha geçse bu merak devam edecek. Öyle bir mekân imkânı olursa, belki de 2001 dönemini yeniden yaşamak için başa dönülecek.