XXI - Kör Nişancı Köşesi, Haziran 2008
Yeni Oslo Opera Binası’na yaklaşık 330 milyon avro harcanmış. Bu, boyutlarına göre yüksek bir maliyet olmadığı gibi, mimarlarına göre de mazbut bir harcama. Adını bile hatırlamakta güçlük çektiğim Turizm ve Kültür Bakanı Atilla Koç’a göre Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkıp yerine yapmaya niyetlendikleri bina için yaptıkları derin araştırmalar sonucunda çıkardıkları rakamın avro karşılığı en fazla 100 milyondu. Şaka gibi, ama neyse.
Oslo Opera Binası’nın Nisan ayındaki açılışının hemen ardından, binanın tasarımcısı Snøhetta grubunun baş mimarı Craig Dykers ile birlikte pırıl pırıl güneşli bir günde binasını büyük bir heyecanla gezme şansını yakaladım. Opera binası Oslo Limanı’nın ve Tren İstasyonu’nun da içinde olduğu toptan bir kent master planı çerçevesinde dönüştürülmekten ziyade, “test the city as you go” (deneme-yanılma) ilkesine dayanan bir model çerçevesinde geliştirilmiş.
Opera binası karadan bir eşik köprü ile birleşirken çevresinden ayrılarak, özerk bir alan haline geliyor. Köprü bir bakıma yaşamla sanat arasında birbirini gören, birbiriyle sürekli karşılaşan bir geçit oluşturuyor. Binanın önündeki devasa meydan, zarif bir eğimle suyla öpüşürken öte yandan da toplamı 18.000 metrekarelik bir alanı örten çatı-manzaraya bağlanıyor. Opera binasının tüm yatay ve eğimli yüzeyleri, çatının üstüne kadar kamuya açık ve inanılmaz manzara açılarına fırsat veriyor. Değişik anlarda kenti, limanı ve fiyordu görebiliyorsunuz. Çatı-manzara 24 saat boyunca deneyimlenmek üzere, kırık plakalarıyla hiç biri birbiriyle aynı boyutta ve aynı biçimde birleşmeyen beyaz renkli mermer yüzeylerden, minik su kanallarından birbirlerine kenetlenerek kamu için sonsuz derecede davetkâr bir alan hazırlamakta. Kamusunu seven bu bina aynı zamanda üzerindeki trafik, öbeklenmeler ve duraklamalarla da işlevine uygun; izlemek ve izlenmek üzerine kurulu sürekli bir tiyatro.
Fiyordun bitiminden çatıya kadar akan bu çatı-manzara binanın birinci öğesiyse, ikinci öğesi de her türlü opera, tiyatro ve dans gibi gösterinin sunulduğu, kendi niyetli kamusunu oluşturan bölge. Her iki bölge Olafur Eliasson’dan başlamak üzere birçok sanatçıyla ortaklaşa kararlaştırılmış. Üçüncü öğe ise, kamuya açık olmayan taraf, yani operanın mutfağı. Binada her an en az 600 kişi çalışmakta; tüm çalışanlar da aynı gün ışığına, manzaraya ve kendi iç avlusuna sahip. Yani kimse bodrumlara ve penceresiz odalara tıkılı değil. Günümüz müze mimarisinde mekân kullanımı “fırsat maliyetleri” dolayısıyla mümkün olamayan esneklik, opera ve tiyatro binalarında alışılmadık bir durum değil. Burada da terzi atölyelerinden, marangozhanelerden, set atölyelerinden birbirlerine, sonunda da en büyüğü 1.350 koltuklu olan gösteri mekânlarına askı ve ray düzenleri ve robot taşıyıcılarla her sahneyi ve mobilyayı gezdirebilmek olanaklı. “Tiyatro durumu” diyebileceğimiz bu koşul, zamanımızın hepsi de gayet muhafazakâr olan müze binalarının gıpta etmesi gereken ama yapmaya da bir türlü cesaret edemedikleri bir durum. Oysa müze binalarının kendilerini teşhir etmeleri yerine elastik fabrikalar olmaları gerekiyor.
Snøhetta uluslararası gündeme 1998′de Yeni İskenderiye Kütüphanesi yarışmasını kazanarak girmişti. 2007′de Olafur Eliasson’la birlikte Serpentine Pavyonu’nu gerçekleştiren mimari grubun yeni büyük projesi Suudi Arabistan’daki Kral Abdülaziz Bilgi ve Kültür Merkezi (King Abdulaziz Center for Knowledge and Culture).