İstanbul: Sanat İçin Bir Yer

2006

Orhan Pamuk’un iki kitabı, Kara Kitap ile İstanbul – Hatıralar ve Şehir, iki projemin esin kaynağı oldu. Kara Kitap, 1992’deki 3. İstanbul Bienali’nin kavram ve tasarımının ana kaynağı sayılabilir; Hatıralar ve Şehir ise, 2005’teki bienale zemin oluşturdu. Bu ikisini kronolojik bir sıraya koyarsak ikinci kitap başta yer almalı. Hatıralar ve Şehir’in zamanı, diğer kitaptakinden önceki bir zamana tekabül etmese de, Pamuk’un henüz yazarlığa soyunmadığı bir zamana aittir. Hatıralar ve Şehir, ileride yazar olacak birinin otobiyografisidir. Diğer yazarların, seyahat yazarlarının üzerinden ve Ara Güler’in fotoğraflarından geçmişe uzanır. Pamuk, bu şehrin mekân ruhuna iki dönemin kıskacından bakar: Art arda imparatorlukların başkenti ve yoğun bir ticaret merkezi olduğu dönemlerle hızlandırılmış küreselleşme ve kent mühendisleri elinde pazarlandığı ve deneyim ekonomisinin kurulduğu dönem arasındaki İstanbul’a. Pamuk, 20. yüzyıl İstanbul’undan bahseder; başkent olma hakkından ve dinamik nüfusu ile Ermeni, Rum ve levantenlerinden feragat etmiş bir şehirden. 1930’larda tüm dünyayı etkileyen ekonomik krizle birlikte şehirden kaçışların yaşanmasının ardından ikinci savaşla gittikçe zayıflayan İstanbul, bölgesel bir ticari merkez olma niteliğini de yitirir.

Bir sefer Tiran’da, ulusal müzedeki Arnavut koruma görevlisinin Türkçe konuştuğumu duyup İstanbul’a istinaden “Bizler gül, sizlerse topraksınız” dediğinde nasıl da gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Ya da Elia Suleiman’ın Kaybolmanın vakayinamesi’ndeki Filistinli yaşlı adamın büyükbabasının savaş anılarından birini; Gülhane Parkı’nda yediği nefis kuzu kellesi ve pilav hikâyesini her anlattığında içimin acıdığını… Bu ihtişamlı benzetmeler, bildiğim şehre pek uymuyordu doğrusu. Pamuk ile benzer zamanlarda içinde büyüdüğüm bu şehir dingin ve sakindi ama Batı’da daha iyi bir yerin özlemini çekiyorduk. İstanbul’a ulaşmada ya çok geç kalmıştım ya da çok erken gelmiştim. 

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İstanbul’u yönetenlerin ana fikri, uyuklayan şehri bir endüstri merkezine dönüştürmekti. Yeniden nüfuslandırılmaya, imalathanelere ve tam da şehrin göbeğinde montaj endüstrilerine ihtiyaç vardı. Fabrika ve depolar, Haliç ve hatta Boğaz kıyılarına dikildi. Bu tekinsiz ekonominin etkisi, gayriresmî barınma biçimlerine karşı hoşgörüyle yumuşatıldı; sınıf atlama, şehirlileşme ve şehri kendine benzetme imkânı doğdu. Gecekondulaşma ve paralel ekonomiler, şehrin damarlarına işleyen esas yasa hâline geldi. Söylendiği gibi, “şehrin taşı toprağı altın”dı.

Pamuk’un şehrin, evler, fabrikalar ve gemilerden tüten koyu kömür dumanına bulandığı o zamanları anlatmasına doyum olmuyor. İstanbul, tıpkı siyah-beyaz fotoğraflar gibi, gri ve siyah tonlarındaydı. Sakinleri, kendilerini her gün şehrin maddi kalıntıları önünde sürüklüyordu. Farkında olmasalar da, imparatorluğun çöküşü, şehrin üzerine serilmiş bir kefen gibi varlığını sürdürüyordu. Geçmiş ne unutulabilirdi ne de hatırlanması olanaklıydı. O koyu renkli mazbut giysiler, hem dinî edebin hem de Cumhuriyet ideolojisinin beden üzerindeki tahakkümüne işaret eden mütevazılığın nesneleşmiş hâlleridir. Pamuk, bu genel durumu, bir başka dile çevrilmesi güç olan “hüzün” sözcüğü üzerinden tasvir eder. 1950’lardan önce de sanat sokağa düşmemiş, özne bireyselleşmemiştir. Sıradanlığı ve gündelik olmasından başka bir iddiası olmayan bir özneyle göz göze gelemezsiniz. 

Pamuk, kitabın sonunda yazar olmaya karar vererek okuyucusuna veda eder. Desen ve resim yapma aşkı onu tatmin eden araçlar değildir. Resim yapmaktan onu esas vazgeçiren, aklını başından alan genç kıza karşı bastırılamayan arzusudur. Annesine yazar olacağını bu yüzden mi beyan etmiştir? Durmadan genç kızın ve penceresinden gördüğü Boğaz’ın girişine açılan manzaranın resmini yapmasının, karşılıklı bir çıkmaz sokağa düşmek olduğu anlaşılıyor.

Pamuk, ne âşık olduğu kızdan karşılık bulur ne de desen ve resimleri istisnai olanı -aşkını ve şehri- tasvir etmek için yeterlidir. Her ne kadar genç, gözünü uyku tutmayan erkek sanatçı ile kanepeye yayılmış, huzur içerisinde uyuyan kadın imgesi bir klişe olsa da, sanatçı için arzu ve başarısızlığını yansıttığı bir yüzeydir. Ancak, şehir görüntülerle tasvir edilemez ya da kadrajlara oturtulamaz. Pamuk’un yazar olmaya karar vermesi, Cumhuriyet ideolojisinin şehrin imparatorluğun tortusu üzerine oturuşunun silinmesinin; bu çatışma ve durumun üçüncü bir etken tarafından aşıldığı zamana denk gelir. Bu üçüncü etkenin, neoliberalizm ve 12 Eylül askerî darbesine denk geldiğini düşünebiliriz.

Günümüz İstanbul’u ile Pamuk’un kitabında ustalıkla tasvir ettiği şehir arasında kökten bir fark var. Taksim Sular İdaresi’nin önünde ve Boğaz’ın tepelerinde çekilmiş fotoğraflar, arabaların boş caddelerden geçtiği 1960’ların Türk filmleri ya da Sean Connery’nin Rusya’dan Sevgilerle filminde Yerebatan Sarnıcı’ndan Osmanbey’deki Bulgar konsolosluğuna ulaşabilmesi, aslında fazla bir olayın vuku bulmadığı küçük ve seyrek nüfuslu bir şehre duyulan nostaljidir. Şimdiki İstanbul, etrafında ne varsa ayırt etmeden yutan, çok hücreli, acımasız bir yaratık. Artık, Türkiye’nin çok az şehrinde bir şirketin yönetim binası kaldı. Eskiden Boğaz kıyısında dizilen şehir, suyu bilmeyen ve topraktan gelen insanlarıyla toprağa doğru yayıldı. Bir zamanlar gündelik yaşamın bir parçası olan kıyıları, ziyarete gidilen mesire yerlerine dönüşmekte.

Kimi zaman, 1989’da Berlin Duvarı inmeseydi ne olurdu, diye kendime soruyorum. Zihinsel sınırlarımız Edirne’de sonlanıp Viyana’yla başlasaydı, kuzey söz konusu bile olmasaydı ve doğu, İran ve Arap âlemi zihinlerde “geri” yerler olarak kalsaydı… İstanbul, hem 1978 Devrimi ve İran-Irak Savaşı’ndan firar eden İranlılara hem Güneydoğu Anadolu’daki savaştan kaçan Kürtlere ev sahipliği yapmaya çalışarak da büyüdü. Ama dengeleri asıl değiştiren, Balkanlar’dan, Karadeniz’in kuzeyinden ve bürokratik sosyalizmin sona ermesiyle eski Sovyetler Birliği’nden alınan göç dalgaları oldu. Bu göçler, gemi, otobüs ve diğer araçlarla ufak tefek eşyanın, “tuhaf nesneler evreni”nin gündelik hayatımıza ilişmesi anlamına da geliyordu. Şehir, 1980’lerin sonunda bir Şark pazarı; ani, organik ve kültürler arası bir kütüphaneye dönüşmüştü. Salı günleri, gemilerin yanaştığı zamanlarda Salıpazarı ve Karaköy’e gidişlerimi hatırlıyorum. O harika günlerde Ukraynalı’dan votka, Gürcistanlı’dan şarap alabilirdiniz; havyar namütenahi ve ucuzdu. Kimsenin inanmadığı ama çoğunluğun katılmak zorunda olduğu bürokratik sosyalizm uydurmasından, kimsenin inanmadığı ama bir o kadar da desteklenen kapitalizm yalanına geçildiği o dönem, küreselleşmenin çaresiz arka yüzü bizim kozmopolitliğimizdi. Şark pazarına, ilaçtan rulmana bir dizi inanılmaz anonim, acayip nesne girdi. Pamuk’un Hatıralar ve Şehir’inde, şehir sakinleri hayatlarını tahrip edilmiş imparatorluk manzarası karşısında, Cumhuriyet ideolojisiyle silinmeye yüz yutmuş anılarıyla sürdürürken yeni sakinler Nijeryalılar, Moldovalılar gibi birçok tabiiyetin gökkuşağından oluşan bambaşka bir şehre geldi. Bu öteki şehir, eskiden olduğu ve gelecekte olacağı gibi İstanbul’dur. Yeni sakinler, bu kontrol edilemeyen, vahşi, sefil ama çekici megalopolün belirsiz geleceğinde hem kümelenir hem de uzaklardaki başka bir “ev”e sonsuza dek sadık kalır. “Ev”, geri dönmek için pek de iyi bir yer olmayabilir; daha iyi bir yer hayali daha da yıldırıcıdır belki. Dolayısıyla İstanbul geçici bir evdir, cesareti kırılmış umutların bir çeşit “Casablanca”sıdır, korsan geçiş belgelerinin üretildiği bir bekleme odası ve daha ayrıntılı çıkışların istişare edildiği bir şehirdir. Uçuş millerinin hesabını yapan iş adamının karşısında, illegal otobüs seferlerinin yapıldığı bir yerde eve dönüşünü ayarlamaya çalışan bir öteki İstanbullu durmaktadır. 

İstanbul, ani bir taşma, kopma sonucu 1980’lerin sonunda bir megalopole dönüştü. Bir anlamda, 19. yüzyıl sonundaki İstanbul modeline kütlesel ricat, yani bir geriye uyarlama erken 20. yüzyılın modern iradesini çökertti. Şehrin “Şarklı unsurları”nın arındırılarak disipline edilmesi, mahallelerin tam ortasından geniş bulvarların geçirilmesi, idealleştirilmiş Cumhuriyet öznesinin üretilmesi ve benimsenmesi gibi yeni eşikler ile Taksim Gezi’si gibi parkların oluşturulması gittikçe azalarak yok oldu. Ekonominin taleplerine cevap veren göç dalgaları, gelişigüzel bir biçimde kendi kendini inşa eden bir şehre yol açtığı kadar şehir idaresi de gelişigüzelleşti. Temiz ve iyi aydınlatılmış mekânlar, düz ve geniş yollar şehre damgasını vuramadı. 1980’lerin ortalarında başlayan değişimin amacı, yalnızca şehri daha yaşanılır hâle getirmek değil, hizmet ve turizm sektörleri için yeni ve pürüzsüz bir mekânlar toplamına dönüştürmekti. Birçok şehirde gördüğümüz kamu/özel iştirakları, dikkatimizi devasa kamusal endüstri alanlarının müthiş kârlı potansiyeline çekmeli. Bu, büyükşehir yarışlarına katılmak üzere hazırlanan şehirlerin bildik hikâyesi… 

1990’ların ikinci yarısından itibaren, özellikle güncel sanat güçlü ama gizliden gizliye ve yeraltında patladı. Bu enerji birikimi, tecimsel bir biçimde yer üstüne doğru süzüldü. Bugün yaya geçitlerine ve yol kenarındaki aydınlatmalara asılmış flamalarda sürdürülmekte… İstanbul, şimdiden müzeler, festivaller ve Formula 1 yarışlarının kıvançla birbiriyle yarışmasına; 2010 yılına hazırlık yapıyor. Şehri Batı Avrupa dergilerindeki reklamlardan izleyerek buranın ne kadar harika olduğuna inanabiliyor, ancak baston yardımıyla yürüyebilen beş yıldızlı mimarları getirmekten gurur duyabiliyoruz. Sanırım, her şeyin önce ters gittiği gibi sonra düzeldiği zamanlar var. Asıl konu, şehrin her şeyden önce adil, herkes tarafından ulaşılabilir ve görünür olması; şimdilik tüm umduğum bu. 

İstanbul’un, insanın burnunu sürten ve gururunu kıran bir şehir olduğunu düşünürdüm! Yanılmışım, en azından şu an için… Bu şehrin sanatı henüz müze, galeri ve koleksiyonlarda işlerini göremeyeceğiniz sanatçılar tarafından yapıldı. Diyojen’e nasıl gömülmek istediğini sorduklarında “baş aşağı” diyerek eklemiş: “Çünkü yakında her şey altüst olacak.” Ama o zaman da çok geç olacak. 

İstanbul’un Ruhu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayını, 2007

Son

Havaalanından taksiyle eve dönüş… 

Şoföre “sahilden gidelim” diyorum;

yarım kalmış yapıları, 

gecekondulardan evrilen mahalleleri, 

alışveriş merkezlerini ve E5’teki minibüsleri 

ve yaygın gri yığınları görmemeyim diye.

Elektrik direklerine asılmış, 

rüzgârda dalgalanan rengârenk reklamlar.

Şoföre bakıyorum; pek bir mağrur. 

Bir müzede Leonardo da Vinci, 

bir diğerinde Venedik Bienali’nden türeme 

bir Venedik-İstanbul sergisi; 

Rembrandt’lar yeni indirilmiş besbelli.

“Yeni İstanbul”a hoş geldiniz. 

Picasso ile başlayan bu şovu 

daha önce başka yerlerde de görmüştüm, 

oralarda da hoşuma gitmemişti. 

Picasso’nun İstanbul’a hiç uğramaması ve 

Venedik Bienali’nde İstanbul’dan hiçbir şey olmaması 

önemli mi sanki? 

Dört özel müze tam gaz yer kapma hevesinde.

Rekabet harika, rekabet anlayışları da… 

Ismarlama yazıları ve pano pano ilanları, 

halkla ilişkiler şirketleri ve vinil çıktı makineleriyle 

32 diş sırıtan bir endüstri. 

O dişleri kültüre geçirip, 

kazanç hanesine sembolik sermayeyi yazıp, 

daha da çok sermayeye çeviren 

ve durmaksızın yükselen bir kültür şeyi

Başarı önceden belli.

Bir şey bildiklerini sanan tipler 

kendilerinden geçmiş hâldeler!

İşte nihayet onlarda da var herkeste olandan;

dünya standartlarında bir sanat 

ve dünya çapında bir kent!

Şen kahkahalar işitiyorum; 

ellerini havaya kaldırıp 

avuç şaplatmaları geliyor gözümün önüne.

Basın dosyalarının kenarlarına not karalayan yazarlar 

ve uzun kuyruklar bir de; 

arda kalmışın muzaffer dönüşü. 

Çok bekledik bu anı.

Gidiş dönüş uçurdukları, 

pahalı otellerde yatırıp kaldırdıkları 

yabancı seyahat yazarlarının 

kiralık kalemlerinden dökülen tezahüratlar… 

Sanki tüm kent devasa bir halkla ilişkiler aracı, 

bir kitle iletişim kurumu. 

Ve dahası var. 

Lüks alışveriş merkezleri, 

derken bir o kadar lüks konutlar art arda yükselirken 

altı sıfırlı fiyatlar kimseyi irkiltmez oldu. 

Duvarlarla çevrili evlerinden 

kentin kaymağındaki dikey sitelerine geçiyorlar. 

Türk “koleksiyoner”leri Basel’e davet ediyor 

bir yatırım bankası.

Güncel sanat toplayıcıları.

Kent Dubaileşiyor turbo jet süratiyle; 

inşa ettikçe yakışıklıyız, 

daha da edeceğiz elbet.

Mâkus haberler de var tek tük de olsa; 

Frank Gehry bir kabuk yapmayacak olsa da, 

Zaha Hadid topun başında. 

Nezih iş adamlarımız 

ve hevesli müşteriler var artık.

Bir yerlerde gördüler; 

ne eksikleri vardı, burada da olacaktı! 

“İşe yarayan” örnekleri taklit etmede ustalar; 

sonuçta parasıyla değil mi? 

Bu iş ne kadar? 

Bu sergiye ne kadar? 

Seyahat sayfasındaki yazı ne kadar? 

Tasarımına ne kadar? 

İşler zaten hep böyle başlamaz mı? 

Kim cüret edebilir hem İstanbul’u reddetmeye?

Tamirata sonra bakarız ama önce evet, 

ona da evet, şuna da evet.

İstanbul’un bilinmeyen

ve yine de ihtiyaç duyulan 

bir yer olduğunu sanırdım; 

tevazu isteyen bir kent…

Yanılmışım, en azından şimdilik. 

Bir zamanlar küçümsediğim o kente dönesim var nicedir; 

hani o puslu Boğaz kentine, 

ve sakil bir düğünden yükselen havai fişekler yerine 

ezan ve çan seslerine, 

meymenetsiz yazlık kulüplerden yankılanan 

kötü pop şarkılarına değil, 

başıboş köpeklerin sokakları çınlatan ulumalarına, 

liseden zengin bir arkadaşımla çıktığımız vapur yolculuğuna, 

ışıklı ilanlarla aydınlanan Avrupa yakasıyla 

Asya’nın belli belirsiz silüetine bakıp 

denizin orta yerinde kayıtsızca “işte komünizm” dediği o ana.

Gözüm dönseydi, onu oracıkta suya atsaydım 

hangi yakaya doğru yüzecekti acaba? 

Ama bunlar artık hep afaki, 

değil mi ki ben bir hadise kültürüyüm,

fethedici bir imparatorluğun tam merkezinde.

Satıyor ve inşa ediyorum. 

En küresel kaymak tabakayla eğlencem.

Kiminle istersem, istediğim an onunlayım.

Yine şahane görünüyorum. 

Hiçbir şey umurumda değil.