25.02.2005, Yayımlanmamış.
Vasıf Kortun: Sanatçı her zaman bir gecikmişlik ve “artzamanlılık” endişesi taşır.
Serkan Özkaya: Kanımca böyle bir endişeden ziyade, sanatın birliktelik illüzyonunu yarattığı doğrudur. Yani bir yapıta bakarken, garip bir gururlanma ile, ‘bana benzeyen insanlar da varmış’ ya da ‘benim düşündüklerimi düşünenler de varmış’ gibi bir duygu söz konusu olduğunda (“Tam da benim düşündüklerimi yazmış” Lord Byron?) hoş bir illüzyon yaşanır: ‘Bu dünyada yalnız değilim!’ Tabii üretim aşamasında bu duyguya farklı, neredeyse profesyonel kaygılar girer. Sanatçı bu illüzyonu bilinçli olarak yarattığını düşünür. (Bkz. Romain Gary’nin “Emile Ajar’in Yaşamı ve Ölümü”. Gary, kendi yarattığı yazarın yapıtları üzerine açıklamalarda bulunurken, yapıttaki sesinden farklı bir teknik adam kimliğine bürünür. Arada yine masum ya da içten bir ses duyulsa da, bu kez okur, bu sesin, araya ustalıkla aynı teknik adam tarafından yerleştirildiğini düşünür. Yani illüzyon bu kez işlemez.)
VK: Sanatçı geçmişle, kendisinden önce gelmiş olanlarla, çalıştığı malzemenin tarihiyle, biçimleriyle uğraşır ve tereddüt duyar. Tereddüt hakiki olma ihtiyacının oluşturduğu bir reflekstir.
SÖ: İşte bu hakiki olma ihtiyacı belki de soyutlamaya yatkın insanlarda, yani soyut yapılara, yaşamın ta kendisinden daha fazla değer veren insanlarda, bir varoluş sorunu olarak kendini gösterir. Zaten yaşamı kitaplardan öğrenmiş biri, kitaplardaki yaşamı yaşadığını fark etmez bile. Bunun ancak anlatıldığı zaman gerçekliğe kavuştuğunu düşünür. Sanırım en bariz örnekleri, postmodern olarak tanımlanan, hikâye yazarlığı hakkındaki hikâyeler ya da film çekmek ile ilgili, sonunda da kendini çektiğini anladığımız filmler vs. Yani soyutlamalarla büyümüş biri, belki de en başından beri soyutlamaya yatkın olduğundan, bu soyutlamaların soyutlamalarını yapmaya girişir. (Ta ki “Yetti be!” diyene kadar. i.b.i.d.) Gerçeklikten uzaklaşarak ona ulaşmaya çalışır. Örneğin kendini en gerçek hissettiğin anlardan biri, sokakta yürürken aynı sinemadaki gibi, yüksek bir müzik duyulması ve senin o anı neredeyse dışarıdan seyrediyormuş ya da bir filmin içindeymiş gibi hissettiğin zamandır.
VK: Bu arayış Türkiye’ye mahsus bir şey de değil. Ancak Türkiye’nin tarihsel çizgisi içerisinde hem sanatçıya yüklenen hem de sanatçının yüklendiği misyon, bugün onun kendini ilerideki ve ötedeki Batı’yla kıyaslamada gecikmişlik hissîni ağırlaştırmaktadır. Geçenlerde AB süreci içinde Türkiye’yi izleyen bir yabancı gazeteci Türkiye için “Avrupa’nın bedenine yapışmış bir yabancı madde” tabirini kullandı. Çok karmaşık bir meselenin üzerinden kabaca geçiyorum ama şimdi bu yabancı maddenin tarihsel bir benze(ş)me çabasında olduğunu düşün. Uzağına itildiğini düşündüğün şeyle aidiyet kurmak ne anlamlara gelir?
SÖ: Merkez ve periferiyi tanımlamak pek kolay değil. Çağlardan milliyetlere, milliyetlerden şehirlere, şehirlerden sanat kurumlarına vs. küçülen ama hiç erişilemeyen bir yapısı var. Tanrı’yı aramak gibi bir şey. Yani ben de “yok diyeceğim de, dilim varmıyor.” Yabancı madde benzetmesi maalesef akla sadece Almanya’daki işçileri ve benzerlerini akla getiriyor. Bunun dışında düşünsel anlamda parazit olmak hoş bir durum olurdu kanımca ama bu bir ütopya sadece.
VK: Düşünür Peter Sloterdijk’in yürüyen merdiven metaforu belleğime zımbalanmış durumda. Yürüyen merdivende önünüzdekini takip ettiğinizi düşünün, adımlarınızı sıklaştırabilirsiniz ancak, önünüzdekinin de yürümesinin yanı sıra merdivenin kendisi de yürümektedir. Ertelenmişlik hâli başlı başına bir araştırma konusu ama bir sorun değil. Serkan Özkaya birçok işinde ertelenmişlik ile uğraştı.
SÖ: Buradaki insani durumlardan iyicil olanları: 1. Hayranlık 2. Güvensizlik: İkisi de benzer sebeplere dayanır: Yargılama gücünden ve erkinden yoksun olmak. Kıyıda köşede olan, erke sahip olmadığını – her ne nedenden olursa olsun – varsayan kişi, gördüğü her yapıta ya ayran budalası gibi hayran olur ya da onları yerer. Bu durum güvensizlikle birleşince, BBC’deki yemek programları gibi, burada hazırı var diye getirilen sanat tarihine, ‘vay be, ne güzel yapmışlar’ demek bana hep en emin duruş gibi geldi: “J’accept.” Güvensizlikten ve yargı gücünün eksikliğinden kaynaklanan hayranlık, iki tane de o denli iyicil olmayan hisse dönüşür: 3. Görmemişlik 4. Haset. Yukarıdaki gibi hayatı hep başka yerde olduğu için seven, ona bağlanan, soyutlamaya yatkın insanlar, bir yerden sonra bu uzaktaki tatlı hayatın kahramanlarına, yazarlarına haset etmeye başlayabilir. Bunun da belki panzehiri görmemişlik. Yani aslının iki katı büyüklüğündeki bir Davut yapmak. Yani dünyanın en, ennn, ennnn büyük karma sergisini yapmak. Bir yanımla buna inanıyorum, bir yanımla da bunun da kurmacanın bir parçası olduğunu düşünüyorum. Başyapıtını oluşturduktan sonra üç gün boyunca yemeden içmeden kesildiği söylenen Maleviç’ten daha az mı hakikiyim? Sanırım şimdilik evet…
VK: Yeni iletişim kanalları ve enternasyonal sanat ortamı içinde ertelenme, üretilen işler adına değil ama temsil edilmeleri ve haklarındaki edebiyat oluşması adına bir sorun. Yapmanız ve sergilemiş olmamız yetmiyor, yazılması, kayda alınması, konuşulması da gerekiyor. Ertelenmişlik ve eşzamanlılık salt sanatçıların dinamiğiyle ilgili değil sosyal ve tarihsel koşulların yoğun etkisinde.
SÖ: Bu konuda yani uzaktaki bir şeye bakıp, ona haset konusunda biz güzel bir örnek ortaya koyduk. Kendimize, bir de kurban seçmiştik hatırlarsan. Sözümona Batı’dan, merkezden gelen, ‘ah işte onlar yapınca Kunstforum’a çıkıyor, renkli dergilerde üzerine yazılar yazılıyor’ diye haset ettiğimiz kurban, Reykjavikli Osk Villemsdottir’di. ‘Biz bir halta yaramayız’, hatta Serkan’ın güvensizliğini silah gibi kullanıp, olmuşlardan toplama, yani yeni bir şey yapmama, böylece güzelin tanımıyla bir kez daha uğraşmama, garantiye oynama, kaybetmek istememe refleksini dahi boşa çıkaracak, ‘istediğin kadar zekice davran, neticede bu senin genlerinde var’ dercesine, yapıtı önceden yapılmış olarak bulduk. Tartışmaya bile değmeyecek bir durum ama o zamanlar bizi heyecanlandırıyordu. Üzerine bağlam ürettik. Ama dünyamızda gerçekten de bazı şeylerin ilk kez yapılabileceğine inanıyor olduğumuzdan değildi bu tabii…
VK: Sam Taylor-Wood’un işini Gülsün Karamustafa’nın işine ulamasını anlamadım. Karamustafa’nın işi Türkiye’de erkeklerin ağlayıp ağlamamaları, nerede ve nasıl ağladıkları üzerine, belirgin bir dönemi ve Atıf Yılmaz’ın sinema bakışından yeniden kurguluyor. Siyah/Beyaz. Mahrem ve sosyal mekânda ağlamayı araştırıyor. Her yıldız farklı farklı ağlıyor: Cüneyt Arkın’ın maço ve ekspresif ağlamasıyla Fikret Hakan’ın ağlamayı (bile) beceremeyişi… Taylor-Wood’un ve Karamustafa’nın konu olan işleri arasındaki benzetme yüzeysel. Salt görüntüye dayanıyor, bunun üzerinden öncül/artçı tartışması yapamam.
SÖ: Bu da bizim “Büyük Cam” tartışmamız gibi biraz. Gazeteciler beni de arayıp, “artık Türkiye geriden gelme durumunu aştı mı” diye sordular. Üzerine çok düşünemiyorum artık o kadar hevesli değilim.
VK: Türkiye’nin sanat tarihi ve sanat ortamı enternasyonal sanat tarihi üzerinden yazılmadı. Karşılaştırmalı okumalar yapılmadı. Uluslararası sanat tarihi içerisinde yerini alamamış, alması gereken tekil örnekler var. Türkiye, modern sanatta bir Japonya, Brezilya ya da Hindistan kadar güçlü değil. Güçlü anlatılar güçlü bölgeler yaratır, burası henüz böylesine inandırıcı bir anlatıya sahip değil. Mesele zaten, kendini başkasının anlatısının içine yazmaya çabalamak değil. Bu sanatçı için de geçerli.
SÖ: Size, Charles’a ve sana İstanbul’un sadece periferide olmadığını hatırlattığınız için teşekkür etmek lazım. Lakin sırf milliyet üzerinden nereye varabiliriz bilemiyorum. Diller ile kimi okullar oluşturulduğu doğru. Yani edebiyatta Fransızların (eleştirmen, yazar ve okur) tavrı ile Almanların tavrı belki böyle bir zorunlu birliktelikten dolayı ayırt edilebilir. Ama sanatı, milliyeti esas alarak nasıl sınıflandırabiliriz bilemiyorum. Yani malzeme kullanımı olarak pek kolay değil. Toplumların yapısı ile ilgisi kurulabilir. Örneğin daha fazla parasal kaynak sağlanan bölgelerdeki sanat yapıtlarında fark görülebiliyor. Ama bugün bu kaynaklar da global karakter kazandı. Zaten bu sınıflandırma için yeterli olmaz. Yapılan araştırmalar önemli olmalı belki. Gene de Rijksakademie’nin ne derece Hollanda sanatını temsil edebileceğini bilemiyorum örneğin. Daha kabaca, örneğin ‘heykel’ gibi bir sınıf açılabilir. Bunun içerisine de bizim anladığımız anlamdaki yapıtlar girer. İşte burada bizim anladığımız anlamdaki sanatın kriterleri üzerine düşünmek daha sağlam olur gibi geliyor bana. Yani toplumdaki dinamikleri sanat yapıtları aracılığıyla örneklemek ya da cinselliğin siyasetine açıklama bulmak amacıyla sanat yapıtlarını delil göstermek yerine, kimlik bilgilerini (milliyet, cinsiyet, ırk, din vs.) göz ardı etmese de onların kazanılmış şeyler olduğu iddiasında bulunmayan bir yaklaşım bana daha çekici gelir. Gülsün ağlayan sinema aktörleriyle bir yapıt üretti diye, Türkiye İngiltere’ye gol atmış olmaz. Ya da atsa da ben o kadar futbol meraklısı değilim. Tezahürat edemeyeceğim.
VK: Modern sanat tarihinin yapı taşlarının sallandığı bir zamandayız. Artık çok daha çoğulcu ve koşut tarihler var. Gecikmişlik var ise eğer, bunun içinde okunabilir. Üstelik anlatılar artık merkeze göre değil periferiden periferiye oluşturulabiliyor. Bu anlatının içinde Türkiye sanatçılarının da yeri elbette var. SÖ: Belgrad Çağdaş Sanat Müzesinde çoğunlukla Sırp sanatçıların, İstanbul Modern’de Türk sanatçıların vs. yapıtları var. Ama örneğin Amerika’da tüm dünyanın sanatını yazmaya ve örneklemeye soyunduğu söylenen (bunu da tam olarak kim söylüyor çıkaramıyorum: nazarlarını oraya yöneltmiş bizler mi, yoksa kendileri hakkında konuşan kendileri mi? “Nazar etme ne olur, çalış senin de olur” minibüs cakası mı?) müzedeki çoğunluk, biz Belgrad ya da İstanbul’da değil ‘orada’, New York’ta olmak istediğimiz için rahatsızlık, haset, güvensizlik yaratıyor. Küçükken beni yabancı zannedenler beni onurlandırırdı. Yabancı deyince de, ya Amerikalı ya da Avrupalı anlaşılırdı. Çocukça önyargılara dönüştü artık bunlar sanıyorum.
VK: Ancak zaman ne derece önemli bir faktör ise coğrafya da başka bir faktör. Bir işin geç kalmışlığını salt zaman belirlemiyor. Ne koşullar altında çıktığı, nereden nereye gittiği gibi şeyler de belirliyor. Artçılık tartışması “Batı”nın elinden, aslında en büyük kaybın yaşandığı yer olmasına karşın, pişmanlık şansını da alıyor. Ama bunu açıklamak bambaşka bir yazının konusu olur.
SÖ: Türkiye gibi cumhuriyet devrimini yaşamış bir yerden bakıldığında söz konusu hayranlık ve hasede kapılmak işten bile değil. Bir günden bir güne, biz şu andan kelli Doğulu değil Batılıyız dendiği için asıllar bir anda uzaklara gidivermiş. Yapıtlar arasındaki benzerlik yeterli değil, bağlamda benzerlik kurulmalı ve yine çocukça bir içgüdüyle, biri bir diğerinden kopya çekmiş anlayışı yerine, birbirine yakın bağlam ve söylemlere, bu bağlam ve söylemleri derinleştireceği için daha da ilgiyle bakılmalı diyorum.