Sanat Dünyamız, sayı: 82, Kış 2002.
Cem İleri: Son günlerde küratörlükle ilgili bir tartışma başladı sanat ortamında. Enis Batur’un görüşlerini dile getirmesinden sonra tartışmaya Beral Madra, Hasan Bülent Kahraman, Erdağ Aksel, Ahu Antmen, Samih Rifat ve diğerleri de yazılarıyla katıldı.1 Küratörlük olgusu üzerine yoğunlaşıldı: küratörlere yönelik eleştiriler, onların kendilerini savunmaları, küratörlük meselesiyle ilgili ortak bir tanım yapılamaması; bu kimliğin sanat tarihçisinden, akademisyenden, sanat eleştirmeninden, düşünür, yazar ya da kuramcıdan ayrıştırılamaması; mesleğin işleviyle ilgili birtakım kaygılar, öneriler; küratörün iktidarına yönelik eleştiriler ve meşruluğunun tam olarak nerede ortaya çıktığının belirgin bir şekilde saptanıp saptanamayacağına dair bir sorgulama. Sen bu tartışmaları nasıl görüyorsun? Öncelikle, bu süreci izledin mi?
Vasıf Kortun: Hayır, bu konuşanlar ve konuşulanları nasıl önemseyebiliriz ki? Geçtiğimiz altı ay içerisinde dünyada bu iş üzerine düşünen en önemli isimler İstanbul’a geldi ve konferanslar verdi. Ama bu tuhaf ülkede her konuya maruf Abdurrahman Çelebiler bu konuşmalara gelip tartışmalara katılmak, meseleye eğilmekten ziyade kişileştirilmiş, denetimsiz, enformasyonsuz bir yorum kültüründen kurtulamadılar.
Benim merak ettiğim, küratörlük meselesinden ziyade neden bu dönemde, bu zamanda İstanbul’da böyle bir tartışma başladığı. Bu, öncelikle yerel bir tartışma, yani yerel kültürün içine gömülmüş ve konuyu da ısrarla yerel kültüre, oyunculara ve pozisyonlara çeken bir konuşma tarzı. Neden bu dönemde böyle bir tartışma ortaya çıktı? Birilerinin canı yanıyor, birilerinin yerel kültür üzerindeki erk ve denetimi aşılanıyor; daha doğrusu, temsil ettikleri yerel kültürün zaafiyetinden olsa gerek, savunmaya çekiliyorlar. Cascavlak ortada kalacaklarının bilincinde, sarınabilecekleri son bez parçası için bir kavga veriliyor; sanat ortamındaki bütün beklenmedik, çirkin uzlaşılar da bununla ilgili.
C.İ.: Ortada pek fazla değişen bir şey yok aslında, yani pazarın büyümesi, aktörlerin bu dönemde çeşitlenmesi gibi.
V.K.: Sanatçı olarak çok ama çok yeni aktör var. Türkiye’deki sanat ortamı artık yerel kültürün ekonomisi içinde devinip tepilmiyor. Güncel, görsel sanat zaten kültüre karşıdır, kültür ona atfedilen bir şeydir ya da kültür, sanatın denetlenme biçimidir; güncel sanatın dili aradadır, kültüre doğru çalışmaz, hele hele son on yılda oluşan dillerin aradalığını da aklımızdan çıkarmayalım. Şimdi, birincisi böyle bir sıkıntı var. Benim için bir çift deplasman söz konusu. Öncelikle, Türkiye içinde deplase edilmiş durumdaydım, Türkiye dışında zaten deplasmandayım. Bu deplasman hâli bana özgü bir durum değil, dünyadaki bir sürü küratörün durumu benzeşiyor, özellikle eski üçüncü dünyalar için. Bu insanlar, aralarında bir tür hayalî cemaat oluşturmuş durumda. Birbirimizle konuşuyor, paslaşıyor, tartışıyor, bilgi alışverişi yapıyoruz. Birer birer güçlü olabiliriz ama iktidar değiliz. Yani küratörler kurumların başında; koleksiyoncularla, galericilerle ve mütevelli heyetleriyle dirsek temasında değiller. Dahası, hepsi de günün sonunda eve ekmek götürmek zorunda, hiçbirinin gelecek garantisi yok ve onun hırçınlığıyla, hızıyla hareket etmek zorundalar. Yerel kültür ekonomisiyle bir sürtüşme var. Özellikle o entelijansiya ile diller uyuşmuyor; yerel entelijansiya, sanata hümanist/modern bakışıyla gayet akademik ve kabul görmüş olanı olumluyor. Buna rağmen, çift deplasmandakiler aslında kendi ortamlarıyla çok ilgililer; bu ilgi, kültürel çevirmenlik temelinde değil, her ne kadar gerekli (ve malumunuz) imkânsız olsa da. Hou Hanru’yu düşün örneğin.
C.İ.: Ama onda bir temsil var gibi…
V.K.: Yanılmıyorsam, her zaman da bir temsil beklentisi söz konusu değil. Arkadaşım Cuauhtémoc Medina, “Bizden beklenen, kültürel farklılığın ilüstrasyonu” der. Hanru’nun da sergilerinde temsile cevap verdiğini sanmıyorum; Cities on the Move’u2 düşün bir kere. Geldiğin yerden sanatçılarla çalışırken, bulunduğun diğer yerde de çeviri yapıyorsun. Ayrıcalığı olmayan bir acentelik vazifesi. Ama artık, onlar senden soruluyor. O anlamda bir agency oluyorsun, bir aracılık görevin oluyor.
C.İ.: Arkasında bir ülkenin, bir coğrafyanın birikimini taşıyan bir küratör pozisyonuna geçiyorsun. Senin için de bu türden bir coğrafya tanımı yapılabilir.
V.K.: Evet, ama kaygan bir platform düşün. Şaşırtmayı, dallandırmayı ve sonuçlarını önemsememeyi… Platform’un misyonlarından biri bu; 125’in üzerinde sanatçı dosyası var, bir o kadar da CD, VHS ve basılı malzeme. Dışarıdan gelenlere ön eleme, filtreleme yapmadan sunuyoruz. Onların araştırmalarında bile ortaklıklar azalmaya başladı. Dışarıda Türk sergisi yapmamaya özen göstermeme rağmen, danışılan adreslerden biri de benim.
C.İ.: İçinde bulundukları ikili durumla oynuyorlar sanırım, bu gruba dâhil olan küratörler; yani bir yandan temsil etme, bir yandan da iki türlü deplase edilmiş olma ve isteneni vermeme durumuyla. Sergilerinde de bu çelişkiyi bir avantaja dönüştürüp bu açmaz üzerine düşünmeye çalışıyorlar.
V.K.: Aynen. Bir de, bugünkü sanat ortamına bakarsan zaten lokal anlamda işlerin birbirine benzeştiği bir yoğunluk yok. Beş yıl önce bundan bahsedilebilirdi. Daha önceleri de çok sınırlı sayıda sanatçıdan bahsedebilirdin ve işlerin çok ortak paydası olurdu ya da görsel sonuçları apayrı olsa da problemlere benzer bakıyorlardı. Mesela bu, bir parça Proje4L’nin birinci sergisi olan Yerleşmek’te3 belirgindir. Ama şu andaki dinamik öyle değil. İstanbul mucizesi söz konusu. Hans-Ulrich Obrist geldiğinde, buradaki ortama çok şaşırmıştı; bunun ne buradakiler farkında ne de oradakiler. En büyük handikapımız da Türkçe yazmamız; ikinci dilde yazmak ve yaymak gerekiyor, buradaki sanatçılar sadece bu coğrafyaya konuşmuyorlar, konumlar iyiden iyiye müstakilleşti. Artık Türkiye sanatını bir potada eklemleyemezsin. Ayşe Erkmen4 bir anlamda bir ön örnektir, yerel ekonomiden taşar. Tamamen mekân ve geçicilikle çalışan bir sanatçı. Eskiden bu nevi sanatçılar yalnızlardı, ki müstakil olmak aynı şey değil. Yani, bu seviyede bir küratörlük tartışması için bir neden göremiyorum. Bir erk kaybı olsa olsa.
C.İ.: Yani sadece bu yüzden mi çıktı bu tartışma?
V.K.: Mesele küratörlükten ziyade, küratörlerin üçüncü alan açılmasında faal olmalarının getirdiği rahatsızlık. Kabaca da olsa, Enis Batur’un söylediği bazı şeylerde doğruluk payı var. Küratörlük bir meslek değil; sergilerin bir tarihi var ama küratörlüğün kendi başına bir tarihi olamaz. Çağ başından beri belli küratör örneklerini alırsak, sanatçılarla alışveriş görmemek olanaksız, kimi zaman sanatçılar küratör konumunda. Hatta, birçok küratör de ipuçlarını sanatçılardan almıştır: Duchamp’ın yerleştirdiği sergiler, Peggy Guggenheim’ın Art of the Century galerisi5, orada Friedrich Kiesler’in düzenlediği sergiler. Harald Szeemann’ın When Attitudes Become Form6 [Tutumlar Biçime Dönüşünce] sergisi bile tümüyle sanatçılar tarafından ortaya çıkarılmış bir enerjinin sergi biçimine dönüştürülmesidir, adından belli zaten. “Sergi, küratörlere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” diyor ya, bu ciddiye alınmalı; her şey için öyle, bu yaklaşımı bu alıntıya da uygulayabilirsin. Rahatsızlık hissediyorum, çünkü biz bundan on yıl önce Derrida’nın, Robert Wilson’ın, Peter Greenaway’in düzenlediği sergileri Bilkent’te okutuyor ve tartışıyorduk.7 Ben daha o zaman sergi de yapmamıştım. Amerika’da müzedeyken, şair John Ashberry’den sergi yapmasını istemiştim; sanatçılar hakkında önemli yazıları vardı ve onun, arada bir küratör olmadan, bu kadar yakından tanıdığı sanatçıları bizlere nasıl göstermek isteyeceğini merak ediyordum. Sonuçta olmadı. Yıllardır küratörlük tariflerinin değişmesi ve açılmasına çalışıyorum. Sonuçta, izleyici sergiyi kimin yaptığına bakmaz ki hiçbir zaman, izleyici sergiye bakar. Sanatla ilgilenmeye başladığımda ciddi anlamda takip ettiğim ilk sergiler; ParisMoscow, ParisBerlin, Pontus Hulten ve Jean Hubert Martin dönemindeki Centre Pompidou sergileri ve arkasından Lyotard’ın Les Immatériaux’su, daha sonra da Magiciens de la Terre [Yeryüzü Büyücüleri] idi. Ben o zamanlar ne Jean Hubert’i tanırdım ne de bu işlerle uğraşacağımın farkındaydım ama sergi her şeydi.
C.İ.: Peki, bütün bu farklı türdeki sergiler, sergi düzenleme stratejileri birbirinden nasıl ayrılıyor; daha doğrusu bunları ayrı ayrı değerlendirmek, tarihsel bir sınıflandırma yapmak mümkün ve gerekli mi? Derrida, Lyotard, Kristeva gibi kuramcıların düzenlediği sergiler, küratör sergileri, şehir sergileri, farklı sanat disiplinlerinden gelen sanat üreticilerinin sergileri, klasik anlamdaki müze sergileri vs… Binlerce sergi ve tutum var. Hayalî bir cemaatin üyeleri olarak gördüğün yeni küratörlerin çalışmaları, bu farklı yaklaşımlarla karşılaştırılabilir mi, farkları nerede ortaya çıkıyor?
V.K.: Klasik anlamda birinci kuşak küratörler; Harald Szeemann, Pontus Hulten, Kasper König, Jean-Christophe Ammann. Rene Block dönemi; Avrupalı, erkek; uzun yıllar müstakil durmuşlar ve aynı sanatçılara dönmüşler. Birlikte çalışageldikleri sanatçıların coğrafya ve cinsiyeti de bellidir. Bunlar arasında kendini yenileyen öncelikle René Block, ardından da Szeemann’dır. Onların ardından gelen kuşak ise 40’larını aşmaz, arada bir boşluk vardır; yeni kuşağın çoğu eleştirel olsa da, neoliberal ekonomi ve küreselleşmenin ve 1989 sonrasının ayrıcalıklı özneleridir. Dünyanın her yanından geliyorlarlar, sanatın klasik çerçevesinde çalışmıyorlar, ki bu yeni sanatın durumuna koşuttur. Bunları sanatın büründüğü çoklu manzaradan ayırmak, ayrı olarak tartışmak olası değil.
C.İ.: Bunların hepsi birbirine bağlı, birlikte çalışıp birlikte üreten insanlar mı?
V.K.: Birlikte üretmeseler bile birbirlerinden haberdarlar.
C.İ.: Sen onların arasında mı konumlandırıyorsun kendini?
V.K.: Evet, çünkü tartışmaların içindeyim; hayır, çünkü o yarışın, dünyayı arşınlamanın içinde değilim. Bir de, 1993 sonundan 1997’ye kadar Center for Curatorial Studies’te (Küratörlük Araştırmaları Merkezi), sektörün çok farklı oyuncularını, çok farklı yer ve kuşaklardan gelen kişileri ağırladık; Slavoj Žižek’ten Catherine David’e, Jan Hoet’ten Paolo Herkenhoff’a kadar. 15-20 kişilik dar ve yoğun gruplar içinde konuşmalar, workshop’lar yaptık. 1998 São Paulo Bienali, Global Conceptualism8 gibi önemli sergilerin planlama toplantıları bizde gerçekleştirildi. Bu toplantılar, benim yeniden öğrenmem için çok önemliydi. Sonra, 1997-1999 arası Union of the Imaginary (VOTI) küratörler forumunda oldukça tavizsiz tartışmalarımız oldu.
C.İ.: Türkiye’ye gelip konuşma yapan Hans-Ulrich Obrist, Hou Hanru, Carlos Basualdo, Charles Esche ve diğerleri, buradaki izleyici için çok yeni şeyler söylediler, çok çarpıcı ve birtakım ortak temaları birbirine bağlayan yaklaşımlar getirdiler. Türkiye’de bienalle başlayıp on iki ay devam eden bu tartışmaya koşut olarak, bir yandan da bu yeni tartışmalar sürüyordu, yine aynı şehirde. Bu iki düşünme biçimi arasındaki fark o kadar açık ki. Belli bir kitle, sanat ortamı izledi bu iki tartışmayı da; bu düzey farklılığı izleyicinin, özellikle de genç insanların, güncel sanata yeni yeni ilgi duymaya başlayan insanların kafalarını daha da karıştırmayacak mı?
V.K.: Sanmam; izleyiciler ve gençler, meselenin farkında ve bizim ilerimizdeler. Senin düşünme biçimi dediğin, iki farklı sektörün aynı yerde olduğunu sanmasından ileri gelmiyor mu? Maalesef, bienal dışında kapsamlı ve sürekli sergiler çok az, dolayısıyla konuşulan mesele bir fantezi. Türkiye’nin güncel sanatçıları da izleyicilerin çoğu için bir fantezi, evet artık isimleri olabilir oysa, cisimlere ve üretimlerine şahit olmamız gerekiyor.
C.İ.: Bu tartışmalarda mesela senin adın bile geçmiyor. Beral Madra’nın küratör olarak verdiği isimler arasında hiç küratörlük yapmamış olanlar bile var, ama senin adın yok.
V.K.: Ne mutlu bana. Şu anda belki… Ama ben çok sergi yapmıyorum ki. Hele hele Türkiye’de çok daha az iş yapıyorum. Bana asıl haz veren, sergi yapmaktan çok bunun üzerine düşünmek. Böyle tuhaf bir meslek olabilir mi zaten? Küratörlük antoloji yapmak değil. Canlı biriyle ve işiyle karşı karşıyasın; doğallıkla işinin hâkimi olduğunu, sınırlarını açık bir şekilde belirlediğini düşünen insanlarla sergi yapıyorsun.
Sergi yapmanın asıl uğraş isteyen tarafı uzlaşma sağlamak ve çok farklı şapkalar giymektir; finansör, ekonomist, psikolog, teorisyen, uzlaşmacı, uzlaştırıcı, sanatçının başdüşmanı, avukat, dost, sırdaş, üçüncü göz, kamuya karşı sorumlu, yazar, hamal vs. Gene de, Türkiye’de istediğim kalitede iş yapamıyorum, çünkü tartışmam çoklukla kendimle. Üzerimde bir baskı, iyice düşünmeme fırsat veren bir ortam yok. Eleştirilmiyoruz. Eleştirilmedik. Mesela sen ve Özge Açıkkol, 2000’de yaptığınız Beyoğlu sergisinde9 Serkan Özkaya’nın Büyük Cam’ını sergilediniz; hatta yazında, bu işi tarihe ve Malraux’ya çıpaladın. Aynı işi Maria Hlavajova Utrecht’te sergiledi.10 Hlavajova, Utrecht’te Yaşıyor ve Çalışıyor adıyla işin yeniden tarif edilmesine yardımcı oldu. Serkan her sanatçı biyografisinin başında yer alan o malum “yaşıyor ve çalışıyor” ibaresini dönüştürdü, sanatçı portfolyosu ve portfolyoyla verilen slaytlarla ilişkilendirdi ve slaytları Utrecht’te yaşayan ve çalışan insanlardan toplayarak işi şehre angaje etti. İnsanlar işin etkin parçası hâline geldiler; tam 65 bin slaytla iş insanların birbirlerini gördükleri ve paylaşım içinde bulundukları uçarı, geçici bir kent heykeline dönüştü. Bunu Serkan salt kendi başına da düşünemezdi. Orada küratörler ve sanatçının on iki ayı aşkın sürelik bir birlikteliği vardı. Mesele bu. İyi küratör budur; Torino’nun dışında dağ başında gördüğü bir işin menzilinin uzatılıp netleştirilmesine katkıda bulunmak. Gerisi hikâye. Burası için henüz söz konusu bile değil, oturup iki yıl sonraki bir sergiyi tahayyül etmemiz. Onun için de iyi sergi yapmıyoruz aslında.
C.İ.: İyi bir sergi neyi gerektirir?
V.K.: Reçetesi olsa verirdim hemen. Araştırma, kurallar içinde oynamama, iyi işler ve sanatçılar. Çok açık bir şekilde söyleyeceğim: Çok memnun kaldığım sergiler yapmıyorum; şu anda alanı açmakla, genişletmekle, yeni insanların işin içine girmesiyle, mecranın yayılmasıyla ilgiliyim.
C.İ.: Daha önce yazdığın bir yazı var; bu yeni yaklaşımı, bakış açısını çok iyi özetlediğini düşünüyorum. Bu metni burada aynen aktarmak istiyorum: “Biraz önce internete girip İsveç, Malmö’deki Rooseum’un11 sitesini (www.rooseum.se) ziyaret ettim. Site şu anda kuruluş aşamasında, ama yeniden açıldığında Rooseum’un nasıl yönetileceğine dair ayrıntılı bir açıklamaya yer verilmiş. Bu açıklamayı okuduktan sonra, önceki gün yazdığım her şeyi hemen sildim. Rooseum metninde şöyle şeyler söyleniyor: ‘Artık ‘sanat’ terimi, toplumda deneycilik, sorgulama ve keşfe ayrılan, eski zamanlarda ara ara dinin, bilimin ve felsefenin işgal etmiş olduğu mekânı tarif etmeye başlıyor olabilir. Pasif bir gözlem yeri değil, aktif bir mekân hâline geldi sanat. Bu nedenle, sanatı besleyecek kurumların da kısmen cemaat merkezi, kısmen laboratuvar, kısmen de akademi olması gerekiyor; yerleşik showroom işlevine eskisi kadar ihtiyaç duyulmuyor. Bu kurumların aynı zamanda dolaysız bir biçimde politik bir tavır almaları, aşırı serbest piyasacı politikalarımızın sonuçları üzerinde düşünmeleri de gerekiyor.’12
Düş gücünün yerine öğüdü geçir. Düş kuramıyorsan kurup kuramadığını ve ne zaman kuramadığını bilirsin. Kendine müzede bir yer edinmeye çalış. Hayatta sürekli büyük düşünce üretmen mümkün değil, haddini bil. Son 35-40 yılın sanatını bil, yaptığın işi günlük bir rutin hâline getirme, yüreğini koymadığın hiçbir projeyi kabul etme.
Sergi yapmak ne görevdir ne iş. Bir ‘sergi’, deney ve düşünce üretilen, üretileceği umulan, sanatı bir kamuyla bir araya getiren geçici, görece egemen bir mekândır. Dünyanın bir parçası olmanın daha adil, daha hoşgörülü, daha ahlaklı yollarına ulaşmanın yeni koşullarını yaratabilir.”
Bu vizyon gerçekten çarpıcı.
V.K.: Bu bir öneri. İkinci mesele de gerçek durumla önerinin çakışmasında; bu tamamen kişisel bir sorun: Öncelikle, her ne kadar istemesen de tarihin, geçmişin ağırlığını taşıyorsun. Onun ağırlığı da yaptığın projeyi etkiliyor. Bir yandan “Biz artık Avrupa’da, dünyada kurulan müzeler gibi bir müze ya da sanat merkezi olmayacağız” diyorsun; gereksinimlerin, konjonktürlerin, her şeyin farklı, hazır bir modeli kolajlayamazsın. Bir yandan da ortamın, sanatçıların beklentisi ayrı yönde. Onlar geçkin bir yapıyı özlüyor olabilirler. Hans-Ulrich Obrist ve Chris Dercon’la Amsterdam’da kapışmıştık bir keresinde; onlar yeni bir müze tahayyül ettiler, bense “Bir dakika…” demiştim; “…Kapılar açıldı, bir parti var ve herkes davetli dendi, partiye geliyorsunuz ama partiyi verenler çoktan çıkmışlar bile!” Alanında yegâne kurumlar olmanın sıkıntısı bu. Hem gerekli olan yeni kurumu oluşturma hem de beklentileri toptan geri çevirmeme sıkıntısı. Farklı sorumlulukları devralan kurumlar oluştukça, bizler de daha rahat edeceğiz. Kurumların bu dünyaya katkıda bulunması için, salt klasik Avrupa ya da Amerika modeli üzerine kurulmaması lazım. Paradigmatik bir sıçramayı belki benden sonraki kuşaklar daha radikal biçimde oturtacaklar.
C.İ.: Tüm bu çelişkileri; varsaydığımız, kendimize malettiğimiz, alıntıladığımız geçmişi, geleneği, yerlilik meselesini; geriden gelme alışkanlığımızı, daha doğrusu zorunluluğumuzu; kentin kaotik yapısını, göçebe kültürünün verilerini, kamusal alan/özel alan ikilemini, bir kurtuluş ve “yırtma” aracı olarak melezlik kavramına yönelik ilgiyi, popüler olanın dönüşümlerini, oryantalizmi, Doğulu olma koşulunu, temsil mekanizmalarını, kendi yerel sanat tarihimizi, müzeye sahip olamama durumunu; tüm bu verileri, bu potansiyeli, görsel olarak üzerinde düşünülmemiş bu boş, bakir alanı son dönemdeki sanatçıların çok iyi değerlendirdiklerini görüyoruz. Bu üretim çok önemli, çünkü onlar olmadan olmaz, yola çıkılamaz; sanatçılar bunu kavramışlar gibi görünüyor. Yani, bir ilk adım atılmış gibi.
V.K.: Bunu kavrayan sanatçılar var ama aynı zamanda sanatçılarda geçmişe, geriye doğru bir bakış da var. Sanatçıyı fazla zorlayamazsın, inisiyatifin onlardan gelmesi durumunda yapabileceğin, bu inisiyatifi değerlendirebilmektir. Mesela gayet businessman gibi çalışan, paylaşmacı olmayan bir sanatçının da belki Avrupa, Amerika’ya özgü bir sanat merkezi ve müzeye ihtiyacı vardır.
C.İ.: Bu farklı sanatçıların bir arada olması, yani Ayşe Erkmen, Serkan Özkaya, Esra Ersen gibi sanatçılarla, belli bir temsili üstlenen Halil Altındere, Canan Şenol, Vahap Avşar gibi sanatçıların ve bu iki kategoriye de girmediğini düşündüğüm Bülent Şangar, Aydan Murtezaoğlu gibi sanatçıların tek bir sergide yan yana gelmesi nasıl bir sonuç doğuruyor? Yapıtlar bir arada işliyor mu? Ben mesela öyle olduğunu düşünüyorum. Harald Szeemann’ın bir lafı vardı: “Sergi tasarlamak bir düşünme biçimidir” diye; senin “başarısız” bulduğun sergilerinde…
V.K.: Başarısızdan çok, yetersiz buluyorum.
C.İ.: Bir keresinde sergilerin şehirle, arşiv çalışmasıyla, küresel dolaşımla, izleyicinin konumuyla, izleyicinin duruşuyla, nesnelerle kurduğumuz ilişkiyle ilgili şeyler olduğunu söylemiştin. Bard College’da, Küratörlük Araştırmaları Merkezi’nde düzenlediğin Exhibited13 [Sergilendi] sergisinden bu yana, yaptığın sergilerde çok belirgin bir tavır, bir yaklaşım görüyorum ben, tabii tamamen öznel bir yaklaşım bu. Sanatçıları, izleyicileri ve yapıtları bir mekânda çarpıştırmak; onların rahat konumlarıyla uğraşmak, her seferinde bir sorun üzerine gitmek, yani yalnızca sergi mekânında yanıtına ulaşılabilecek ve yazı üzerinden, kavramlarla halledilemeyecek bir sorunun, hatta bazen tek bir imgenin, tek bir yapıtın doğurduğu bir sorunun peşine takılmak gibi bir şey. Sergilendi ve Anı/Bellek, bu açıdan uzun uzun incelenebilecek sergiler.
Özel Bir Gün’de,14 sanatçının belli bir yapıt üretme tekniği, alışkanlıkları, üslubunun dışına çıkabilmesi üzerine bir koşul öne sürüyorsun; bunu başarabilen ve başaramayan işleri de aynı yerde sergiliyorsun. Kendi kendine düşünüyor yani sergi. Bu sergide bir sözün vardı, “Sanatların çevresini sarmış ideolojik sıhhiye hattına tecavüz etmenin gerekliliğine inanıyorum” diye. Karma Resim Sergisi’nde15 bu yaklaşımın şiddeti daha da artıyor. Yapıtların birbirlerine müdahale etmesini, birbirlerini yorumlamalarını istiyorsun, onlara bu hakkı veriyorsun; İzleyenin İtirafları’nda, sergi mekânındaki yapıtların adları ve müellifleri yapıtların yanlarında yer almıyordu ve “O yapıtlar tek başlarına nereye kadar dayanıklı olabilirler, kendilerini ne kadar koruyabilirler?” sorusu oluşuyordu “izleyen”in kafasında. Proje4L’deki ilk serginde, Yerleşmek’te16 de buna benzer bir gerilim vardı bence.
Kısaca söylemek gerekirse, sanatçılar üzerinden yansıyan tüm okumaları ve yanlış okumaları benimseyen, onları serginin avantajı hâline getiren bir yaklaşım söz konusuydu. Orada çok güçlü yapıtlarla Hakan Gürsoytrak, Can Altay, Oda Projesi gibi gençlerin işlerini bir arada sunuyordun. Yani şunu söylemek istiyorum; tüm okunaksızlığıyla, acemiliğiyle, çelişkisiyle, tutarsızlığıyla ve tabii ki gücüyle bu üretimin senin gibi bir küratör için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorum.
V.K.: Yeniden Bak sergisi tuhaf aslında. Yerleşiminden çok memnunum. Bu bilinçli bir şekilde olmadı, açık plan üzerine gitme konusunda kesin kararlıydım. Açık plan içinde, açık plana uyamayacak olan işlerin bir araya nasıl geleceği, dışarıdan baktığım zaman benim için de ilginç.
C.İ.: Bu sergiyle, yapılış biçimi, ortaya çıkış süreciyle ilgili bir sıkıntın vardı, bunun fark edilemeyecek olmasından bahsetmiştin; senin gördüğün şeylerin, serginin aksayan, işlemeyen yönlerinin okunamayacak olması… Bu mu Türkiye’deki asıl sorun? “Ne yaparsam yapayım burada, bir şekilde olur” noktasına sürükleyebilir mi insanı?
V.K.: Aramızda konuştuğumuz üç-beş kişi dışında; dışarıdan, oradan, buradan bir arkadaşım sergiye geldiği zaman onun yapacağı yorumu bekliyorum. Herkesin üç-beş kelimesinden bir şey kuruyorsun, tamam, ama yapacak bir şey yok, konuşulmuyor. Konuşulmadığı sürece de yapabileceklerinin üst seviyesine hiçbir zaman ulaşamıyorsun. Bu, aynı zamanda normal bir şey; ben oranın yönetmenliğini yapıyorum, oranın geçici küratörüyüm, bu sergileri yapmam gerekiyor. Bu da çok normal; sonuçta orası, misafir sergi ve küratörlerle işleyecek bir yer. Biz arka planda olacağız, ben orada yönetmen olarak devam edeceğim, oranın küratörü değilim, aradaki boşlukları değerlendireceğim. Bu nedenle zaten oranın en görkemli, en önemli sergilerini de ben yapmayacağım hiçbir zaman. Bunu, Küratörlük Araştırmaları Merkezi’nde çok yaşadım. Baştan Sergilendi’yi yaptım. Oradaki ilk büyük sergi oydu. Buradaki ilk büyük sergi de Yerleşmek oldu. Çok istediğim sergileri bile ben yapmayacağım artık. Başkalarının yapmasını istiyorum. Bizim başka sorun ve sorumluluklarımız var. Geçmişe yönelik olarak yapılacak o kadar çok sergi var ki. Dönemi değerlendirmek konusu duruyor. Bugünkü potansiyel değerlendirmeli; işin burada ve buradaki sanatçılarla kalmaması gerekiyor.
C.İ.: Bütün bunları tek bir kurum yapamaz. Bu çizgilerden birini benimsemek de bir tercih olabilir belki, sergiler kendi tarihini kursun diye. Bu sergide Serkan Özkaya’nın üst katta, bir modern Türk resmi koleksiyonunu yapıtının içine kattığı işi, bir tarihi sorguluyor aynı zamanda.
V.K.: Bak, mesela Serkan’ın yaptığı iş bir tartışma açacak mı, açarsa nasıl açacak çok merak ediyorum; çünkü konuşmaya davet ediyor, müze fikri üzerine, sanatçının sınırları üzerine, sergi yapma fikri üzerine, izleyicinin tercihleri üzerine, masifikasyon uzerine. Resimlerden bir-ikisinin hafif eğik asılması kimini rahatsız edebilir, saygısızlık diye algılanabilir, ama çok daha önemlisi, resmi yere paralel asmanın ne tür bir kalıcılık çağrıştırdığı, o resmin her zaman orada olduğunu anlatabilir; bu tarz bir hafif kaydırma birden izleyicinin dengesini bozup düşündürüyor. Gerçi Türkiye’deki grup sergilerinin nasıl çerçeve çerçeveye değecek şekilde, yığma şeklinde asıldığını gördüğünüz zaman bu konuşma pek bir anlam ifade etmiyor olabilir. İklim meselesi bu; bir serginin oluşturduğu iklim –bilinçli olarak yaptığımdan değil– hep önemliydi benim için. Benim sergiye getirebileceğim tek şey budur. Bu konu dile dökülmedi ama hissettiğim bir şeydi. İzleyenin İtirafları’ndaki17 iklim, Karma Resim Sergisi’nden çok farklı bir iklimdi. Yeniden Bak’ta18 da belli bir iklim var; yani, duvarlara asılmış bir şeye gelmiyorsun hiçbir zaman. Fulya Erdemci, son sergisinin19 belli bölümlerinde bu iklimi çok iyi yakalamıştı mesela ya da Ali Akay’ın Küreselleşme-Devlet, Şiddet, Sefalet20 sergisinde gösterdiği başarı… 2001 bienalinde örneğin Aya İrini bir playground, bir sirk, eğlence endüstrisinin bir versiyonu hâline gelmişti; yani nereye gideceğini şaşırdığın, her taraftan her şeyin seni aynı derecede çektiği bir yer. Bu tarz bir seviyelemeyi konuşmak bence daha ilginç.
—
Dipnotlar
- Enis Batur, “Küratörün Sınırında”, Sanat Dünyamız, sayı: 81, 2001, s. 95-96; Beral Madra, “Küratörlüğün Sınırı Nedir?”, Radikal, 27 Temmuz 2001. (http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=9187)
- Küratörlüğünü Hou Hanru ve Hans Ulrich Obrist’in yaptığı gezici sergiler. Düzenlendiği yerler: CAPC (Bordeaux, Fransa); Louisiana Museum of Modern Art (Humlebæk, Danimarka); Hayward Gallery (Londra, İngiltere); KIASMA Museum of Contemporary Art (Helsinki, Finlandiya); Bangkok; P.S.1 (New York, ABD).
- Yerleşmek, Proje4L İstanbul Güncel Sanat Müzesi, 2001. Küratör: Vasıf Kortun. Sanatçılar: Hüseyin Bahri Alptekin, Can Altay, Halil Altındere, Tina Carlsson, Esra Ersen, Erik Göngrich, Hakan Gürsoytrak, Gülsün Karamustafa, Aydan Murtezaoğlu, Bülent Şangar, Oda Projesi.
- Ayşe Erkmen, 1993 yılında, DAAD Uluslararası Sanatçı Programı (Berliner Künstlerprogramm) ile bir yıllığına Berlin’e gitti.
- Peggy Guggenheim’ın kurucusu olduğu ve Friedrich Kiesler’in tasarladığı Art of This Century galerisi 1942-1947 yıllarında New York’ta faaliyet gösterdi.
- When Attitudes Become Form, Kunsthalle Bern, 1969.
- Jacques Derrida, Mémoires d’aveugle: l’autoportrait et autres ruines, Musée du Louvre, 1990-1991; Peter Greenaway, The Physical Self, Museum Boymans-van Beuningen, 1991.
- Global Conceptualism: Points of Origin, 1950s-1980s, Queens Museum of Art, 1999.
- Bugünkü Program / Gelecek Program, Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi, 2000. Sergi koordinatörleri: Özge Açıkkol, Cem İleri. Sanatçılar: Selda Asal, Ayşe Erkmen, Gülsün Karamustafa, Aydan Murtezaoğlu, Nazlı Eda Noyan, Füsun Onur, Sarkis, Serkan Özkaya.
- Lives and Works in Utrecht, BeganeGrond, Utrecht, 2002.
- Rooseum Center for Contemporary Art, Malmö, İsveç.
- http://republicart.net/disc/institution/esche01_en.htm
- Exhibited, Bard College, Center for Curatorial Studies Museum, 1994. Küratör: Vasıf Kortun. Sanatçılar: Johanna Billing, Esra Ersen, Aydan Murtezaoğlu, Ioana Nemeş, Anri Sala, Ene-Liis Sempe.
- Özel Bir Gün, İstanbul Güncel Sanat Projesi, 1999. Küratör: Vasıf Kortun. Sanatçılar: Erdağ Aksel, Elvan Alpay, Hüseyin Bahri Alptekin, Can Altay, Halil Altındere, Kutluğ Ataman, Bedri Baykam, Zeliha Burtek, İsmet Doğan, Cem Gencer, Zeynep Gülsoy, Şirin İskit, Gülsün Karamustafa, Gaye Yazıcıtunç İnal, İsmet İnal, Balkan Naci İslimyeli, Sıtkı Kösemen, Murat Morova, Aydan Murtezaoğlu, Şeyma Reisoğlu Nalça, Hakan Onur, Serkan Özkaya, Şener Özmen, Esra Sarıgedik, Hale Tenger, Cihan Yazıcı, James Walsh.
- Karma Resim Sergisi, Galatea Sanat Galerisi, 1999. Küratör: Vasıf Kortun. Sanatçılar: Gülçin Aksoy, Halil Altındere, Selim Birsel, Canan Şenol, Aydan Murtezaoğlu, Hakan Onur, Serkan Özkaya, Neriman Polat, Vahit Tuna.
- Yerleşmek, Proje4L İstanbul Güncel Sanat Müzesi, 2001. Küratör: Vasıf Kortun. Sanatçılar: Hüseyin Bahri Alptekin, Can Altay, Halil Altındere, Gülsün Karamustafa, Aydan Murtezaoğlu, Bülent Şangar, Esra Ersen, Tina Carlsson, Erik Göngrich, Hakan Gürsoytrak, Oda Projesi.
- İzleyenin İtirafları, Dulcinea, 2000-2001. Küratör: Vasıf Kortun. Sanatçılar: Vanessa Beecroft, Noritoshi Hirakawa, Donald Moffet, Aydan Murtezaoğlu, Serkan Özkaya, Tadasu Takamine, Maciej Toporowicz.
- Yeniden Bak, Proje4L İstanbul Güncel Sanat Müzesi, 2001-2002. Küratör: Vasıf Kortun. Sanatçılar: Gülçin Aksoy, Nancy Atakan, Ergin Çavuşoğlu, Cengiz Çekil, Kutlu Gürelli, Borga Kantürk, Servet Koçyiğit, Hakan Onur, Serkan Özkaya, Şener Özmen, Neriman Polat, Hale Tenger, Erdem Yücel.
- Pişmanlıklar, Hayaller, Değişen Gökler, Karşı Sanat Çalışmaları, 2001. Küratör: Fulya Erdemci. Sanatçılar: Haluk Akakçe, Berkant Aksoy, Kutluğ Ataman, Sami Baydar, Erim Bayrı, Lukas Duwenhögger, Aydan Murtezaoğlu, Füsun Onur, Ebru Özseçen, Ahmet Soysal, Murat Şahinler, Mürüvvet Türkyılmaz.
- Küreselleşme-Devlet, Sefalet, Şiddet, Devlet Han (Beyoğlu, İstanbul), 1995. Küratör: Ali Akay. Sanatçılar: Hüseyin Bahri Alptekin, İsmet Doğan, Gülsün Karamustafa, Michael Morris, Ahmet Müderrisoğlu, Bülent Şangar, Emre Zeytinoğlu, Müşerref Zeytinoğlu.