Kapanan http://www.nihayeticimdesin.com’dan, 2000.
Kamil Şenol: Bundan dört-beş yıl önce küratör kavramından haberdar değilken, son yıllarda hemen hemen her sergi bir küratörle gerçekleşiyor. Başka bir deyişle, küratörlerin popülerliği sanatçıların önüne geçmiş durumda. Artık büyük sergiler küratörleriyle anılır oldu. Sizce hangi değişiklikler böyle bir gelişmeye yol açtı?
Vasıf Kortun: Sanırım bu son dört- beş yılın durumu değil. Sanatı, oluşumundaki konumunu anlamak için sanatın sergilenme tarihi gerekli. Eskiden resimleri bilirdik, ama bir o kadar önemli olan da, o resimlerin hangi mekânda, hangi ilişkiler içinde, hangi ışıkta ve neyle birlikte, nasıl bir duvarda izlendiğidir. Sanat atölyeden çıkıp tarih kitaplarına ve müzelere girmiyor. Sanatın tarihi, sergilenmesinin tarihinden ayrılamaz. Buna son yıllarda ikna olduk ve bu konuda ciddi bir bibliyografi oluştu.
Küratörlük müessesesi, adı koyulmasa da, çok uzun zamandır var, bunu yapan sanatçılar da. Küratörlerin popülerliği sanatçıların önüne geçti mi gerçekten? Hangi “hayat tarzı” dergilerinde küratörleri gördünüz? Aynı dergilerde sanatçıları gittikçe artan sayıda görüyorsunuz; medyatik değerlendirmede sanatçılar var, küratörler değil, eleştirel değerlendirmeden ise doğallıkla paylarını alıyorlar. Mali yönden de bakılırsa küratörler neredeyse hiç para kazanmıyor. Sergilerden sadece bir kısmı küratörleriyle anılıyor, ki bu da onların ortak telifi, alınan sorumlulukla gelen bir şey, başka türlü düşünmek olası değil. Sanırım, kimileri, sanatçı ve sanat olmazsa olmayan, yani özünde bağımlı bir faaliyetin neden böyle önem kazandığını anlamakta zorlanıyor.
Küratörlük (pek de böyle bir “meslek” yok aslında) bildiğimiz anlamda kavramsal sanatla birlikte yerleşiyor. Bugünün küratörleri de kavramsal sanatın getirdiği yaklaşımlara dayanıyor; yani sergilemenin kendisi de bir o kadar önem kazanıyor. 1993 yılından beri ABD ve İngiltere’de, 1994’ten beri de Orta Avrupa’da küratörlük eğitimi veren yüksek okullar var. Buralarda teori, felsefe, pratik ve sergi tarihinin tarihi araştırmaları yapılıyor. Klasik müze ve sanat tarihi eğitiminin arasındaki alana hitap ediyorlar. Bu anlamda kurumsallaşılırken, yani okullu küratörler ortaya çıkarken, bir yandan da alan kendini amatörleştiriyor. Sergi yapmak herkesin hakkı, sanat yapmanın herkesin hakkı olması gibi. Bir söz söyleme, karşılaşma biçimi bu. Sanatçı küratörler var (Joseph Kosuth, Damien Hirst vs.; baştan Duchamp vardı), film yapımcısı küratörler var (Peter Greeneaway), tiyatrocu küratörler var (Robert Wilson), felsefeci küratörler var (Jacques Derrida, Jean-François Lyotard), küratörlükten sanatçılığa geçenler var (Douglas Blau). Bazı küratörler de bir nevi meta-sanatçı olarak faaliyette bulunuyor (Joshua Decter, kimi zaman Hans Ulrich-Obrist, kimi zaman Jérôme Sans). İzin almak, bir modele bağlı kalmak gerekiyor mu? Günümüz sanatı işleyişi itibariyle eskisinden farklı oluşumlarda yer alıyor; müze bu alanı karşılamıyor, sergi yapım tarzı eski müzesel sunuma fazla geliyor, yeni oluşumlar kendi dinamiklerini, mecralarını ve aracılarını oluşturuyor. Ne müzede, ne de eski anlamıyla “marjinal” kurumların içinde. Sanatçı ile izleyicisi, sanatçı ile kurum, sanatçı ile evren arasındaki köprüyü, sunumu taşımaya kim yardım edecek? Galeriler mi sizce? Bu soruya çok daha uzun bir cevap gerekiyor, ben sadece ipuçları koydum.
Parlayan, küratörlük değil, bağımsız küratörlük faaliyeti! Kurum dışı insanların getirdiği yeni tarifler spot altında. Bunun ilk örneği Harald Szeemann’dı. Bir de, küreselleşmenin yaydığı bir küratörlük hadisesi var ki, farklı yerlerdeki insanlara patika açma, nefes alma olanağını da taşıyan ve ara bulan küratörler yetişti. Carlos Basualdo, Paolo Herkenhoff, Ivo Mesquita olmadan Latin Amerika sanatı; Hou Hanru olmadan Çin ortamı; Iara Boubnova olmadan Bulgaristan; Viktor Misiano, Joseph Bakstein olmadan Rusya ortamı; Jack Persekian olmadan Filistinli sanatçılar, (örnekler çok) nasıl gündeme gelecekti? Güç ile iktidarı birbirine karıştırmayalım. Bağımsız küratörler güçlüler ama iktidar sahibi değiller. İktidar hâlâ galeriler ve müzelerde, bağımsızlar yanlış hedef.
K.Ş.: Küratörlük sistemi diğer taraftan tepkilere de yol açıyor. Sanat sisteminin içersinde küratörlerin “yozlaşmış zevklerinden” bahsediliyor ya da sanat ortamının “yeni lordları” olarak nitelendiriliyor bu insanlar. Küratörlerin egemenlikleri bağlı oldukları kurumların egemenliklerinin bire bir yansıması mı? Diğer taraftan bağımsız küratörler sistemin neresinde?
V.K.: Bu soruyu yukarıda bir parça açtım sanırım.
K.Ş.: Bugün isteyen herkes küratör olabilir mi? Bu mesleği düzenleyen herhangi meslek odası veya denetim var mı? Küratör olmak için bu işin eğitimini almanın gerekliliğine inanıyor musunuz?
V.K.: Eğitim gerekli ama illa okul eğitimi değil. Okul eğitimi, tarihini bilmek için gerekli. Yanıt, vizyonla becerinin beraberliğinde. Bu işin reçetesi yok. Pratiği bilmek gerekiyor. Yapacağınız şey duvara resim asmak, sanatçıya ölüymüş gibi yaklaşmak değil. Sanatçıya git, sor ona, yakından izle, Jean-Christophe Ammann’ın dediği gibi, sanatçının arkasında dur, ne yaptığına bak, fizibiliteni iyi yap, kafanda serginin resmini önceden çek, seni etkileyeni, ateşleyeni takip et, başkaları hakkımda ne düşünür deme, kendini aydınlat ki izleyici de kendini aydınlatabilsin. Ama en önemlisi ÖNSEZİLERİNİ EĞİT!…
K.Ş.: Küratörlerin sergilerdeki işlevlerinden biri de “anlam üretme” işini yüklenmek. Günümüzde yapıtlar gerçekten içlerine çok mu kapalılar ki böyle bir profesyonel bakış açısıyla anlamlarının yeniden gün ışığına çıkartılması gerekiyor? Bir başka deyişle “metin” yapıtların önüne mi geçmiş durumda?
V.K.: Anlam izleyicinin gözü önünde yeniden ve yeniden üretilebilen bir şeydir. Bu anlamı ne sanatçı ne de küratör kapayabilir, sınırlayabilir, dondurabilir. Sanatçının söylemi dışında küratörün de sergide bir söylemi vardır, hepsi bu. Bir serginin başarı ya da başarızlığı da salt bu söylemlerle düz orantılı değildir. Ha, Türkiye’deki ısmarlama konu veren küratörlerle, o sergi için ısmarlama konulu sanat yapan sanatçıların birlikte yaptığı sergilerden bahsediyorsanız, bırakın “metni” o sergiler görmeye bile değmez. Çünkü o sergilerde sanatçılar sanatçılıklarını terk etmişlerdir, küratörler de sınıf öğretmenidirler ancak. Ödevleri toplar, duvara asarlar.
K.Ş.: Sizin “İstanbul Güncel Sanat Projesi” adı altında bir ofisiniz var. Yurtdışından gelen küratörlere burada sanatçı dosyalarını sunarken, diğer taraftan Türkiye’de küratörlük üzerine bir eğitim veren herhangi bir kurum olmadığı için genç küratörlerin yetiştirilmesi konusunda da bir misyon üstlendiğiniz söylenebilir mi? Serkan Özkaya’nın mimarlığını yaptığı, adını “Abdülaziz Salonu” koyduğunuz “İstanbul Yeni Sanat Müzesi”nin küratörlüğünü Erden Kosova’nın yapması sanki bunu destekler gibi görünüyor. Ne dersiniz?
V.K.: Benim misyonum ancak tecrübemi aktarmak ve yeni insanların ortaya çıkmasını kolaylaştıracak bir ortam yaratılmasına katkıda bulunmaktır. Başkalarının yolların kapatmak, kendimi tekelleştirmek, suyun başına oturmak değil, tam tersini yapmak istiyorum.