Serkan Özkaya Vasıf Kortun

2000 

Not: Slideshow galerileri, İstanbul Yeni Sanat Müzesi, Alexander Brener, aura ve diğer konular üzerine yayınlanmamış bir tartışma.

Vasıf Kortun– Son zamanlarda iki değişik projeye girdin. Slideshow galerileri ve İstanbul Yeni Sanat Müzesi. Bunlardan İYSM müzesiz kültürel elitin müze tutkusuna da Türkiye sanatçısının her türlü şikâyet kültürüne de bir cevap teşkil ediyor.  Senin eski projelerinde görülen, “medeni milletleri takip edip bile bile sürekli geride kalma sendromunun” bir alt edilişi aynı zamanda. 

Serkan Özkaya– Pekâlâ, müzeden başlayalım. Bu fikir sevgili küratörün bana esin vermesi ile başladı. Yani sen bir gün n’apalım diye düşünürken, “mutfak boş duruyor, orada sergi yapalım” demiştin. Aslında her gün böyle bir sürü konuşma oluyor ama ben ‘mutfakta sergi’yi seçtim ve düşünmeye başladım. Önce mutfağı tümüyle kullanmak, sonra masanın üstü ve sonra şimdi üzerinde konuştuğumuz müze fikri doğdu. Bir de tabii onun küçük maketini yapıp sana getirdim. (Atatürk Müzesi, ilk adı buydu). Ben hep kendi çevremden yola çıkıyorum. Bu da olabildiğince küçük bir yarıçapı kapsıyor. Bu kez evde, çevremdeki malzemeden yola çıktım. Bir süredir küçük heykeller yapıyordum ve bu tür heykellere uygun bir galeri/müze arayışındaydım.  

Kortun– Bunu genel anlamda mı söylüyorsun yoksa bu ileride gerçekleşecek, olası bir Serkan Özkaya müzesinin ön hazırlığı mı? Bana bu yarı çaptan söz eder misin? Müzenin boyutları bir yana, bu düşünceyi açtığımız zaman, sanatçılardan biri bunu bir tür geri çekilme olarak yorumladı. Geçenlerde babam da aynısını söyledi, yani varolan durumlar içinde sergiler ve projeler —benim içinde olduklarım— gittikçe küçülüp içine kapanıyorlar. 

Özkaya– Ne? Serkan Özkaya Müzesi mi? Allah yazdıysa bozsun! Hiç böyle bir niyetim falan yok. Sadece nesnelere yakından bakmakla ilgilendiğimi anlatmaya çalışıyordum sanıyorum. Yani elimde olanlara daha yakından bakmak, sonra tasarıların çizimlerini ya da maketlerini yapmak. Sadece nesnelere yakından bakmakla ilgilendiğimi anlatmaya çalışıyordum sanıyorum. Maket yapmak benim için önemli ve çoğu zaman da makete baktığımda —uygun ışık altında tabii— yeterli gözüküyor. Amaç ne? Fikri vermek değil mi? Müthiş bir projem var abi. Nedir? Anlatayım. Ve işte anlattığın, projenin ta kendisine dönüşüyor. İleride buna değinelim, Kabakov’un ‘Projeler Sarayı?’ isimli kitabı… Babanın ve o meçhul sanatçının görüşüne gelince, amatörce bir yaklaşım kanımca. Ya da daha güzel bir sözcük, toyca, toy. Eğer yaptıklarının çok önemli olduğuna inanıyor ve bunun için Çığırtkanlık yapıyorsan, sesin kısılana dek ilgi çekmen muhtemel. 

Her gün yaratılan gerçeklik diyoruz. Şov dünyası. Çok bağırman lazım, her şeyin dozunu biraz daha artırman. İlgi çekiyorsun. Sonra bir gün sustuğunda, her şey de seninle susuyor. Oysa yapıta eğilmeliyiz. Yapıta özenmeliyiz. Çünkü iyi ile iyi olmayan arasındaki fark o kadar bariz ki. Bu hemen göze çarpar ve ben kendi adıma söyleyeyim, hayranlık duyan olarak, böyle bir yapıtın çığırtkanlığını gönüllü olarak üstlenirim. Brener’in yapıtıyla, kimi zaman Brener’le ilgilendiğimden daha fazla uğraşmam buna bir örnek. Aynı şekilde değer verdiğim bir yazar, diyelim Kundera. Nerede yazıyor bu adam? Odasında mı? Evinde mi? Sonra oradan yapıt nasıl dışarı çıkıyor? Nasıl kendi adıma bir müze kurma fikri beni tiksindiriyorsa, elimden çıkan yapıta haddini aşan yakıştırmalar yapmak da aynı derecede midemi bulandırıyor. 

Kortun– Türkiye sanatçısının şikayetlerinden biri de bütçe meselesi;   

Müze bu sorunu çözebilir mi? 

Özkaya– Hep gördüğümüz şey Yurtdışında Sergi Açan Türk Çağdaş Sanatçıları ya da YSATÇS. Ben henüz bu gruba dahil değilim (Serkan’cım sen hiçbirine dahil değilsin, hiç merak etme.) İlk neden şudur, çok bilinen: “Ama (bak ama diye başlıyor) işte yabancılar yapıtın masraflarını karşılıyor”. Yani para. Evet çok sevgili YSATÇS, artık isminin başındaki büyük Y harfine gerek kalmadı! İstanbul Güncel Sanat Müzesi’nin ilk salonu, Abdülaziz Salonunda sergilenecek yapıtının tüm masrafları bizim —yani kim oluyor bu, ben, sen, o herhalde— tarafımızdan karşılanıyor! Elindeki fotoğrafı 250 x 600’e mi büyütmek istiyorsun? Biz karşılarız! Foto blok çok mu pahalı dedin? Hiç dert etme, İYSM’nin kaynakları alimallah elverir! Mobil heykel mi? (Bunu söyleyen kim, Serkan oğlum sen misin?) Al sana motor! —daha ziyade motorcuk— Galeriye araba mı sokmak istiyorsun? Çok pahalı, 1957 model Şavrole mi? Al ve sergiden sonra da araba senin elbette! Hep böyle olmaz mı? YSATÇS! Gelin Abdülaziz salonunda projelerinizi gerçekleştirmenize yardım edelim. Tabii, biz de bugüne bugün küratörüz ve başka küratörlerimiz de var (Erden Kosova, Küratör İstanbul Güncel Sanat Müzesi). Demek istediğim, beğendiğimiz projelerinizi… 

Kortun– Projenin ilgimi çeken yönlerinden biri de bedenle başı ayırması oldu. Yani sergiyi izlemek için bir oyuktan içeri bakıyor ve bedeninizden bağımsızlaşıyorsunuz. Burada da iki hadise vuku buluyor: Bunlardan birincisi bilinç ile bedenin aşağı tarafının ayrıştırılması, ki bu dolaysız olarak Aydınlanmaya, giyotine ve Müzenin doğuşuna bağlanıyor. Enfes bir kombinasyon! Ayrıca, İYSM müze tahayyülü içinde müstesna bir yere oturuyor. Bir yandan Marcel Broodthaers’ın müzesini çağrıştırırken öte yandan Wunderkammer’i,  miniskül müzeleri, sahte müzeleri düşündürüyor ve  Claes Oldenburg’un miki fare müzesinde olduğu gibi, müzenin dış kabuk ve boyutlarının, kapsadığı ile olan ilişkisini akla getiriyor.  

Burada önemli olan İYSM’nin müze boşluğunu doldurmaya aday olmaması. Olsa olsa, sanatçıların fiziki ve maddi koşullarla ilgili varsaydıkları eksikliklere cevap verecek, o da bir nebze çünkü ilk sergisi gibi, uluslararası projeler yapmayı sürdürecek.  

Müzenin boyutlarının kaydırılması fikrini biraz açabilir misin? 

S. Özkaya– Farklı açılardan yaklaşabiliriz. Yine ayırmaya gidersek, müzenin (yani bu sözünü ettiğimiz birkaç sıfırı eksik müzenin) izleyicinin algılarına yönelik kısmını, müze fikrinden ayıralım bir an için. Evet Wunderkammer benzeri, algılarla oynayan bir durum sözkonusu. Hegel’e bakacak olursak, görme ve işitme birincil algı, diğerleri örneğin koku, ikincil algıdır. Bu demek oluyor ki, gördüklerimiz ya da işittiklerimizden edindiğimiz bilgiler, bizi düşünceye götürebilir. Fakat örneğin kokular, bize izlenimin ötesini vermez. (Hegel)). Ben buna ahenksiz sesleri de eklemek istiyorum. Örneğin ezan sesi, soğan kokusu bana belli birtakım çağrışımlar esinler, Schubert’in şarkıları da aynı şekilde, ancak bu ikincisinde durum bundan ibaret kalmaz. Schubert’ten sanatsal anlamda, zihinsel bir tat ve düşünce de alabilirim. Fazla uzatmayayım, İYSM kafamızı, bedenimizden, o tüm acılarımızın, çilemizin kaynağı, mendebur bedenimizden ayırıyor. Yalnız ayırmakla kalmıyor, giyotin adlı oyuncağın yaptığı gibi, aynı zamanda, kutlu yanına, yani kafamıza, yani gözlerimiz ve kulaklarımıza, eh peki, biraz da açılıp kapanan iki deliğiyle ayrım gözetmeksizin tüm kokuları, hatta bazen tatları almaya hazır buruncuğumuza da en yüce (Kant; erhaben…) değeri sunuyor: Sanat.  Aura, insan bedeni ile yapıtın ilişkisidir. (Özkaya): İşte bu önermeyi çürütüyoruz! Yapıtı boş ver! Bedeni at gitsin! Yaşasın anlam! 

Kortun–  Aura’nın romantik, zamanında bile geçersiz bir fikir olduğunu düşünüyorum. Duchamp’ın Aura’yı önleme biçimi benim için hep önemli olmuştur. Duchamp’a sırtımı dayamaya çalışmıyorum, bu akademik bir ürkeklikten değil. Senin söylediklerinden aura’nın kaybı, anlamın engellenemez ağırlığını getirir gibi bir şey çıkıyor ortaya. Herhalde bunu söylemiyorsun. Diyelim ki öyle demek istiyorsun, o zaman bunu biraz daha açar mısın? Örneğin Slideshow galerileri bağlamında. Müze projesi Slideshow galerileri gibi değil, yani yalnızca İstanbul için düşünüldü, öyle değil mi?  

S. Özkaya– Duchamp’ın pisuvarını ele alalım. Robert Gober’le kısa bir görüşmemizde, bu yapıttan bahsediyorduk. Biliyorsun benim de pisuvarla ilgili, Philadelphia Müzesi’ne faksla yolladığım bir mektubum vardı. İşte, arkadaşım, 4 saatlik tartışmamızın ardından, müzenize doğru yola çıktı; niyeti pisuvara işemek falan diye… Gober ise bana, müze müdürüyle son zamanlarda görüştüğünü, böyle bir aksiyonun yıllar önce meçhul biri tarafından yapıldığını ve eylemin ardından pisuvarın boyasının aktığını öğrendiğini söyledi. Yani, pisuvar sandığımız anlamda bir hazır nesne değil, Duchamp’ın rengine özenle karar verdiği bir “heykel”. Zaten —eğer Duchamp’ın auraya cevabının hazır nesne olduğunu kastediyorsan— ben bu hazır nesne kavramına, en azından artık, karşıyım. Evet, endüstri devriminin hemen akabinde böyle bir elde yapılmış/fabrika mahsulü karşıtlığından söz edilebilirdi herhalde ancak şu anda biri bana çevremizden hazır– nesne olmayan bir şey göstersin! Tablolar da dahil. (30 saniye düşünme süresi) Yok, değil mi? Yani hazır nesne/hazır olmayan nesne, emeğe dayanıyor sonunda. Herhangi bir hazır nesnenin, örneğin tuvalin ve boyaların, üzerinde yeterince oynarsam, bunlar hazır nesne olmaktan çıkıp, benim vücudumun (bu gene nereden çıktı?) organik olmayan uzantısı haline geliyor. Aura, kanımca, çoğaltılabilir. Aura, birkaç yerde konumlanmıştır. Hikâye ve çerçeve. Yani, sultan, ressam ve aurası gibi bir şey. Her şey O’na yöneltiyor. SlideShow Galerileri, diaları gösteriyor. O küçük, çekip durduğumuz diaları. Sanatçılar fotoğraf çekmezler, dokümantasyon için. Onlar dia çeker. Nedenleri: 1. kalıcıdır, 2. daha yüksek çözünürlüğe sahiptir. Yani tıpkı bir sanat yapıtının olması gerektiği gibi. Yıllar sonra senin hakkında bir kitap falan yapıldığında, cebinden/arşivinden, çıkarıp vermek için diaları çeker ve özenle saklarsın. –Alo, iyi günler biz ana britannica ansiklopedisinden arıyoruz, sizin hakkınızda bir madde yapacağız… Varsa bir dia. Olmaz olur mu? Diadan bol ne var? Yapıt uçar, diası kalır. Dia yapıttır SlideShow Galerilerinde. Hem de öyle eline alıp ışığa tutulacak minik yapıt da değil. Ardından ışıkla aydınlatılan, silkinip canlanan, ışıldayıp büyüyen bir görüntü. Işıklı resim. Hem SlideShow Galerileri’nde bir resim değil, 80 resim var. Bir anekdot değil bir roman var. Senfoni değil opera. Yani, bir anlamda lirikten ziyade epik bir sergileme biçimi, SlideShow Galerileri. Hikayesi bununla da sınırlı değil zaten, tüm şehirlerde, tüm vitrinlerden yayın yapabilir. Mütevazi bir söz söyleme mekânı SlideShow Galerileri. İstanbul’un karanlık bir sokağının, karanlık bir köşesinde, çoğu zaman kendi kendine değişip duran görüntüler. İşte bir nevi hayat bu da. Şehrin bir yerinde doğdu. Nereye kadar gidebileceğini bilmiyorum. 

Anlam dediğim, sanırım auraya karşılık geliyor. Günümüzde bu dergilerden fışkırıyor. Haberlerde görüyoruz ya da işitiyoruz.   

Kortun– “Günümüzde bu, dergilerden fışkırıyor. Haberlerde görüyoruz ya da işitiyoruz” derken ne kastettiğini anlamadım 

Özkaya– Anlam, anlamlandırma. Gönderme yapma. Bir imgeye, dahası çoğu zaman, öncelikle gösterene (imleyene) yapılan tüm göndermeler, onun anlamını dönüştürür. 

Herhangi bir esere (konumuz sanat olduğu için eser, yoksa tüm gösterenler dahil olmalı) okuduğum dergide gönderme yapılıyorsa, bu onun anlamını, yani gösterilenini ve göstergenin tümünü dönüştürüyor. Sanırım Vasıf Kortun’la birlikte yaptığımız ilk çalışma diyebileceğim, 1997’deki S. Levine’e yazdığım mektupta olduğu gibi. Mektupta; “Sevgili Bayan Levine, size bir aydınlanma anında yaptığım keşiften söz etmek istiyorum. İkinizin eserini de aynı sanat tarihi kitabında görünce anladım ki, Duchamp pisuvarında sizden etkilenmiş! Lakin, Duchamp’ın pisuvarının alıntılandığı yerlerin hiçbir yerinde adınız anılmıyor;, bu tarihsel hatayı düzeltmek için harekete geçelim” benzeri bir şeyler söylüyordum. (Yapıt ve değişen anlamı için bkz: Arnold Hauser. Kitabın adını unuttum ama Kunst und Geschichtlichkeit?; sanat ve tarihsellik) Levine Duchamp’a güçlü bir gönderme yaptığı zaman Duchamp’ın pisuvarının anlamı dönüştü, tıpkı Duchamp pisuvarı sergiledikten sonra, tuvaletlerde işediğimiz beyaz porselenlerin anlamının değişmiş olması gibi. Ve bu böyle ileriye ve geriye doğru uzayıp gidiyor. 

Yani işte, ilk sergi Maleviç ve Brener’in bir yapıtı ya, ben Brener’in eyleminin resmini (belki de temsili resmi, kim bilir) gördüğümde büyülendim, yazıyı okumama gerek yoktu ama elbette okudum çünkü bu yapıt hakkında herşeyi bilmek istiyordum. Sonra Brener hakkında bulabildiğim her şeyi okudum. Ancak, adını dolar işaretli resmi gördüğümde bilmiyordum bile. Söz konusu başyapıtta, iyi düşünülmüş bu eylemde her şey ortadaydı. Aura, dergi sayfalarının arasından fışkırıyordu. Yani şimdi o resmi temizlemeye —olabildiğince— çalıştılar. Ama benim kafamda Brener’in yapıtı yerini hala koruyor. 

Romantik bir yapıt… 

Kortun– Brener başarısızlığı öngörmüyor. Her seferinde olağanüstü gayret içinde ve her seferinde yenik düşüyor. Duchamp’ın boyayıp boyamadığı meselesi bir dedikodudan ibaret. Bir müze yönetmeninden selefine, oradan da Gober’a aktarılan bir hikâye ki, Gober’ın gay hafızayı saklı tutan el yapımı pisuvar benzeri duble heykellerini ve müzenin ilk ve tek örnek merakını düşündüğümüzde tümüyle uydurma olasılığı yüksek gözüküyor. Boyanmış olması neyi değiştirir? Duchamp mı boyamış yoksa koleksiyoncuları Annenbergler mi? Geriye kalan tüm öteki pisuvarlar da mı boyalı? vs. vs.  Aura ile ilgili olarak, hazır nesneden ziyade, Duchamp’ın bedensel ve dolayısıyla erotik kaydırmasından, bedenin uzantısı olmayan bir kurguyla, aurayı devre dışı bırakışından söz ediyordum. Bunu Gober da, Sherie Levine de geri getirdiler! Haklısın, bu belli bir üretim tarzı içinde manidar olabilir. Sergideki yapıtın üretimine gelince… 

Özkaya– Maleviç ve Brener’in yapıtı yani “Süprematizm: Gri üzerine beyaz haç üzerine yeşil dolar” ilk kez sergileniyor. Sanırım ilk ortaya çıktığı yer Flash Art dergisinin, eylemi takip eden sayısı. Biliyorsun resim hemen ortadan kaldırımış —Brener’in vandal eyleminden sonra— ve onarılmaya çalışılmıştı. Ancak, Brener’e de uzunca bir süre hapis cezasının verilmesine yol açan nedenlerden biri de sprey boyanın izlerinin, resmin yıllar boyunca oluşmuş çatlakları arasından tamamıyla temizlenemiyor olmasıydı. Şimdi birkaç varsayımda bulunalım: 1. Brener müzede böyle bir eylemi gerçekleştirdi. 2. Resim derhal uzmanlara teslim edildi. 3. İvedilikle onarım başladı. 4. Ancak onarım bir noktada tıkandı. Flash Art’ta bunun resmi nasıl yayımlanabildi? Bu konuda dergide bir açıklama yok. Yani biz de akıl yürütürken, zarar görmüş resmin fotoğrafının çekilip (tabii bu muhtemel) ve Flash Art’a özel bir ulakla gönderilmiş olabileceğini düşünemeyiz. Sanırım burada benim sana bir soru sormam gerekiyor Vasıf; örneğin sen müze yönetmenliği yaparken buna benzer bir şey olsaydı ne yapılırdı? Kendi küçük tecrübelerime dayanarak fotoğraf çekilebileceğini tahmin edebiliyorum ancak bu basına sızdırılır mıydı? 

Kortun– Asla! böyle şeyleri örnek gibi göstermemek tercihtir, şahitlik nesnesini, vandallığı ve bütün olayı hafızadan bir an evvel silme çalışmasına girilir, ama bu aynı zamanda gizemli bir promosyon da olabilir müze için. Fotoğraf sigorta değerleri için çekilir. 

Özkaya– Devam ediyoruz: 5. Brener yargılandı. Bu arada meşhur oldu. Herkes yapıtı dergi vs.de çıkan foğraflardan tanıdı. Dergide görülmüş yapıt ister Brener’e, ister Maleviç’e, hatta isterse Flash Art’ın sahibi Politti’ye ait olsun, yapıt daha üzerindeki sprey boya kurumadan kendi inisiyatifini eline almıştı! Ve şimdi bir kez daha ortaya çıkıyor: İstanbul Yeni Sanat Müzesi’nde. Böyle bir serginin hem yerel (örneğin Bellini’nin Fatih resmi) hem de uluslararası bağlamda (Maleviç ve Brener’in yarattığı tüm tartışmalar) belirgin göndermeleri de var. Zaten bugün Halil Altındere’yle de konuştuk, Brener‘i de—sergi süresince bir gün— konuk etmeyi planlıyoruz. Bu çok canlı bir tartışma; işte hazır nesneden tut da sanatta yıkımın meşruiyeti, sitüasyonizm, ve üçüncü dünya ülkeleri ve yaşayan sanata kadar tüm sorunsalları deşiyor. Bu nedenle uzun ve hararetli geçecek bir tartışma yaratacağını umuyoruz. Zaten yeni sanata/çağdaş sanata ve düşünceye kapılarını açan bir kurum da bundan başka ne isteyebilir ki? 

Kortun– Diğer sorum, müze fikriyle ilgili. İYSM’nin müstehzi bir proje olmadığını ve İstanbul’un müze kurma ya da kuramama yarışı ile herhangi bir ilgisinin bulunmadığını söyledin. Peki, İYSM aynı zamanda İstanbul’un ilk güncel sanat müzesi. Ama, bu tarz projelerin Türkiye’de bile bazı sanatçılar tarafından irdelendiğine tanık olduk, örneğin Genco Gülan. Ve Broodthaers da yaptı, başkaları da. Geçtiğimiz yıl Museum of Modern Art, New York’ta açılan “Esin Perisi Olarak Müze” sergisi de bu fikirlerle ilgiliydi, peki tüm bunların İSYM ile ilgili bir ilgisi var mı? 

Özkaya– İYSM alaycı değil. En azından bir şaka değil. Yalnızca  diğerlerinden minicik bir farka —o da belki— sahip bir uygulama. Evet müze sözcüğü çok takıntılı biçimde kullanılıyor. Yani bir çağdaş sanat müzesi açılacak İstanbul’da ve… ve? 

Şu kadarını söyleyeyim; çağdaş sanatta batı değerlerini yakalamakla falan ilgilenmiyorum. Yani Slotterdijk’in bir yürüyen merdiven benzetmesi vardı, onun gibi işte, eğer bir “ardından gitme” anlayışı varsa bu yalnızca hiyerarşiye katkıda bulunur. 

Bir alıntı yapayım; Alexander Brener/ Barbara Schurz’dan: 

“Son yıllardaki olayların politik değişimi, özellikle de Avrupa bağlamında, oldukça rağbet gören bir konu yarattı: Batı/Doğu. Eski Doğu Bloku ülkelerinin bazılarının Avrupa Birliği’ne girme olasılığı, Doğu–Avrupa kültür dünyasına, bir asillik ve gündemi yakalamışlık halesi sundu. Neo–liberal yönelimli kurumların, trans–nasyonal ve sözde–uluslararası stratejileri, Doğu Avrupa’dan gelen sanata karşı bir ilgi uyandırdı. Bugünün kültürel ve ekonomik küreselleşmesinin sömürge sonrası eğilimleri, bir dizi kültüre özgü skandalı ortaya çıkardı (tıpkı Stokholm’deki pek bilinmeyen Interpol sergisi gibi) ve nihayet batılı uzmanları, Doğudan gelen estetik fenomenin kategorizasyonu ve elenmesi konusunda zorladı. Politik doğruculuğun kuralları, Doğu Avrupalı uzmanların (eleştirmenler, küratörler ve sanat tarihçileri) oyuna dahil olmalarını zorunlu kıldı. Böylece, şimdiki durum, birkaç ay içinde, şu ya da bu şekilde Batı/Doğu modeline eklemlenen bir dizi sanat projesinin tanığı (ya da katılanları) haline gelmemizle, ortaya çıktı. Bu projeler, Stockholm’de, Viyana’da, Paris’te, Lübliana’dan ve Prag’da, küresel kapitalizmin tam da merkezinde gerçekleştirildi. Yanlışlığı kanıtlanmış ve çürümüş fikir birliğiyle sonuçlanan, en güncel Doğu Avrupa sanatının, önceden belirlenmiş bir manzarasını oluşturdular.” 

Modern normlarla, moderne ait olmayan bir kavram oluşturmak zor. Ben de bunun meraklısı değilim. 

Kortun– Tersine çevirirsek, safi modern olmayanın da kendi modernizmini yaşamasına itibar etmiyor gibisin. Her neyse, müze ile devam edelim. Gene sana sorayım, nedir müzenin tanımı? 

Özkaya– Benim kafamda şöyle birşey var: Büyük galeriye müze denir. İşte koleksiyonu var, ya da daimî sergileri var ve bunun gibi bir yığın ölçüt de vardır eminim, ancak diyelim ki sanat galerisi 200 metrekare ve bunun yanına bir sıfır koyarsak, bu sanat galerisi olmaktan çıkar gibi geliyor. Çok mu saçmalıyorum? Yani Berlin’deki Kunstwerke nedir? Ya da PS1? Müze dediğin zaman ille de MoMA olması tabii gerekmiyor. Ya da Los Angeles’daki Museum of Jurassic Technology? İşte bizim müzemizin yanına istediğin kadar sfır ekle: 2 (m) veya 20 (dm) veya 200 (cm) veya 2,000 (mm) veya 20,000 veya 200,000. 

Genco Gülan’ın yapıtı herhalde müzeyle değil de tam da İstanbullunun müze takıntısıyla ilgiliydi sanıyorum. Broodthaers’inki evet. O da tam Museum of Jurassic Technology gibi birşey, daha hmmmm sanatsal? Geçimini sağlamak için hırsızlık yaptığını biliyor muydun? Son dedikodular burada!!! Yazıyoooor: Duchamp’ın pisuvarı boyalıymış; Marcel Broodthaers hırsızın tekiymiiiş!!! (Sanatta değil ama.) 

Sana daha somut olarak etkilendiğim isimleri sayayım: 1. Kabakov 2. Charles Ray. 

Yani burada varoluşçu bir sorunsal var kanımca. Bana ait, benim duyularıma ait bir müze. Sanat yapıtı ve çoğaltılabilirliği; bu kez yapıtın kendisi değil ama ona dair algının çoğaltılabilmesi. 

Bir alıntı daha? (Bu da benden): 

Plastik sanat yapıtı eseri, edebiyat yapıtından da müzik yapıtından da ayrılır. Bunun nedeni söz konusu yapıtların resim veya heykel, sadece bir ve tek asıllarının olmasıdır. Bu aslı kopyalamak mümkün değildir. Bir resmin kopyasıyla aslı hiçbir şekilde karşılaştırılamaz. Sanat yapıtının metafizik boyutu ve fiziksel varlığı üst üste çakıştığında aurayı meydana getirir. Yapıtın metafizik yapısı, sanatçının imzası ve onun hakkındaki bilgiler, tarihsel anlamdaki konumunu da içine alan bir kavramlar bütünü oluşturur; yapıtın fiziksel varlığı ise üç boyutlu olarak karşımızda gördüğümüz etten kemikten varlığıdır. Başka sanat dallarında böyle bir varlıktan söz etmemiz oldukça güçtür. Örneğin Molière’in el yazmalarının edebi değerinin, bugünkü ucuz kopyalarından daha fazla olduğunu söyleyemeyiz; ya da Verdi’nin yüzyıl başından kalan kayıtlarıyla, bugünkü imkanlar kullanılarak yapılmış kayıtlarının müzik açısından bir fark oluşturduğunu… Hatta müzik dinleyicisi için, eğer icrası da tercih ediliyorsa, daha yüksek teknolojiyle kaydedilmiş plaklar daha değerli olacaktır. Aynı şekilde yazarın el yazısını çözmeye uğraşacağımıza, temiz baskılı bir kitabı okuruz daha iyi. Ancak müzeye gitmek yerine, aynı heykelin fotoğrafına bakayım demek şansına sahip değiliz. İşte bu nedenden ötürü plastik sanatlar doğası gereği bir reprodüksiyon sorunsalı yaşamaktadır. Dağıtımı mümkün olmayan eserler ancak eserin ya da izleyicinin dolaşması sonucunda alımlamaya izin verir ve bu alımlama da son derece kısıtlı bir alımlama olacaktır. Şehrimizdeki müzeye dahi her istediğimizde gitmemiz olanaksızken, bazı koleksiyoncuların kendilerine sakladıkları resim ve heykelleri görme şansımız da neredeyse yoktur. Ancak aslını görmediğimiz bir resmi ya da heykeli tam anlamıyla alımlamış da sayılmayız. İşte tüm bu nedenlerden ötürü plastik sanatlarda, yüksek sanatın kullandığı temel biçim ve malzemeler mevcuttur. Örneğin heykel yapımında bronzun, resimde yağlı boyanın başlıca tercih edilme nedenleri, söz konusu malzemelerin kalıcı olmasıdır. Yıllar bronza ya da yağlıboyaya fazlaca etki etmez; olası etkiler ise giderilebilir, restore edilebilir. Bu açıdan bakıldığında plastik sanatların, diğerlerine oranla çok daha “burada ve şimdi” var olduğunu söylemeliyiz. Yine aynı tür bir akıl yürütme ile plastik sanatların performatif olduğunu da iddia edebiliriz. Öyle ya, görülmediğinde hiçbir anlamı olmayan bir performansı çağlar boyunca icra eden yapıtlardan söz ediyoruz. 

Resim ve heykelin varoluş düzlemlerine son derece elverişli bir örnek de Michelangelo’nun eseridir. Michelangelo hiç kuşku yok ki, klasik heykel sanatı tarihindeki en yetkin ustalardandır. Ancak yine biliyoruz ki, günümüze dek ulaşmış, tamamlanmış haldeki birkaç Michelangelo heykeli Davut, Musa ve bazı fresklerdir. Bunların sonucunda başyapıtı Sistine Kilisesinin tavanındaki resimlerdir. Öyküsüne biraz göz atmak gerekirse; Michelangelo kendini bir heykeltraş olarak görüyordu ve kiliseyi heykelleri ile süslemeyi düşlüyordu ancak ondan kilise için heykeller değil bir tavan resmi istendi. Bunun sonucunda üstat Sistine Kilisesinin tavanını boyadı ve heykellerini belki de resim düzleminde gerçekleştirdi. Michelangelo’nun başyapıtı olan resimden yola çıkarak onun gelmiş geçmiş en büyük heykeltraşlardan biri olduğunu söyleyebiliyoruz. Tüm bunlar aslında plastik sanatların metafizik boyutunun ne kadar güçlü olduğunu ortaya koyuyor. Ancak gözümüzün önündeki resimler olmasaydı aynı şekilde bir yargıya varamazdık hiç kuşkusuz. Ve Sistine Kilisesi resimlerinin fotoğraflarını ya da hikayesini, eserin kendisiyle bir tutamayız. Öyleyse yine söyleyebiliriz ki, plastik sanatlar nesneye en fazla gerek duyan sanat dalıdır. Gösteren, bu alanda en güçlü konumundadır. Evet, göstergenin oluşması için şüphesiz gösterene de gösterilene de ihtiyacımız var ama her zaman gösterilen, ulaşılmak istenen anlamında daha ön planda olmuştur. Plastik sanatlarda ise durum tersine dönmese dahi, gösterenin de yani kanlı canlı sanat yapıtının da en az işaret ettiği metafizik boyut kadar önem kazandığını hiç kuşkusuz ortaya koyabiliriz. 

Kortun– Nelson Goodman gibi konuştun! Sanat yapıtının bu tür bir tarih üstü bakışla açıklamasına katılamıyorum, Charles Ray’e olan ilgini çok merak ettim bunu biraz açar mısın? İYSM meselesi ile çok ilgili görünüyor. Devam… 

Özkaya– Charles Ray hakkında 1998’e dek sınırlı bir bilgim vardı. “İtfaiye arabasını” beğenirdim. Diğerlerini— tümünü yalnızca dergi ve kitaplardan tanıyordum– pek önemsemiyordum. Ancak, sözünü ettiğimiz yıl Whitney Amerikan Sanatı Müzesi’nde bir retrospektifini gördüm ve hayatım değişti! O sergide birden fazla şey anladım: 1. Sanat yapıtının kopyası veya temsili, asla ve kat’a aslıyla boy ölçüşemez. 2. Bir sanat yapıtına birkaç saniyeden fazla bakmak ve onu anlamak mümkündür. 3. Retrospektif sergileme biçimi (bunu önceden de biliyordum ama) gereklidir. Önce sergiyi gezdim. O kata çıkmadan önce bir sürü sıkıcı Amerikan resmi falan da görmüştüm müzede. Sergiyi evet beğendim ancak bazı yapıtlara çok fazla anlam veremedim. Sonra kitapçığını okudum. Ve önlerinden hızlı bir şekilde geçtiğim, üzerlerinde son derece özenle hazırlanmış, Rönesans natür–mortlarına benzeyen, saksılar ve tabakların durduğu masalara tekrar daha dikkatli bir şekilde bakmaya başladım. İlk turumda masaların altında bir dizi motorun olduğunu görmüştüm, ama bozuk demiştim kendi kendime. Veya kapalı şu anda. Baktım, baktım, baktım… Evet saksılar, tabaklar, masaların üzerindeki herşey dönüyordu! Kendi etrafında. Büyüleyici. Yani biliyoruz Charles Ray burjuva; sanatı ise zekasını tatmin etmeye yarayan bir dizi entellektüel oyundan meydana geliyor. O müzedeki o sergi çok elit. Ve herşey can sıkıcı. Ama hepsini kabul ediyorum, yine de o sergide hayatım değişti. Peki Charles Ray yaşamı etkiliyor mu? — Tabii sergide tek anlatılacak şey dönen muhteviyata sahip masalar değil, çok daha fazlası vardı.— Hayır. Charles Ray’in yapıtları kolayca dolaşıma girebiliyor mu? Hayır. Ama işte büyüleyici. Dört, beş saat orada kaldım. Filmini de izledim. Her birine yıllarını verdiği eserlerini ezberledim. Bazılarından nefret ettim— daha sonra sevmek üzere, tabii—, bazılarını, hemen orada bağrıma bastım. Sanat izleyicisi olmanın tadına vardığım bir gündü. Tıpkı Brener’in dolarını Flash Art‘ta gördüğüm gün gibi. 

Ben onlarım! 

Hah! bak Milan Kundera’dan: Kızla oğlan (sevgililer) otostop oyunu oynamaya başlıyorlar. İşte kız hoppa biri gibi otostop çekiyor, aslında sevgilisi oğlan da onu ilk kez gördüğü biri gibi arabasına alıyor. Biraz daha uzatıyorlar. Oğlan kıza ucuz biri muamelesi yapmaya devam ediyor. Ancak artık kız bunu istemiyor. Önce buna bir son vermesini istiyor, oğlan devam ediyor ve işte sonunda kız: Ben benim! Ben benim! Ben benim! diye ağlamaya başlıyor. 

Ben oyum! 

Ha, bir de “Esin Perisi olarak Müze”. O sanki, artık başlı başına bir alan oluşturmuş müzenin etkilerinin sanatta görülmesi. Yani ilişkiyi tersine döndürüyor, sonra yine içine alıyor. (Ne?) Yani, 1. Müze, ille de New York Modern Sanat Müzesi, modern sanat yapıtlarının sergilenmesi amacını taşır. 2. Yapıtları içinde sergiler. 3. Müzelere bir örnek teşkil eder. 4. Esin verir. (İşte hep konuştuğumuz müze kavramı üzerine… bkz. Habermas) 5. Kendi (ve hemcinslerinin) esiniyle vücuda gelmiş yapıtları alır ve sergiler. 

Oysa müzeyi özne olarak ele alan yapıtlar genellikle ona menfi bir bakış açısı ile yaklaşıyorlardı. Ya da işlevini değiştirmek aç ndan. Peki bu serginin böyle bir anlamı var mıydı? 

Kortun– O sergi sanatçı ile kurum arasındaki ilişkiyi ödipal bir durum olarak görüyor.  Yakın zamanlarda müze ve sanatçı arasında bir barış oldu, revizyonizme başvurarak müzeler kendilerini akladılar. Bu sergi de söz konusu barışı bir nevi tarihselleştirdi. O anlamda haklısın.  

Şimdi, serginin küratörü Erden Kosova ve ben de tecrübeli bir yönetmen olarak, müzeyi yönetiyor ve denetliyorum. Ortaklaşa çalıştığın kişileri tetikçi gibi kullanmadığına göre bunu açıklaman gerekiyor. Kışkırtıcı ajan mısın? Ortak çalışmanın verdiği hazzın, fikir jimnastiğinin ötesinde bir açıklama… 

Özkaya– Bu soruya cevap vermeyecektim aslında. Ama aradan günler geçti. Düşündüm düşündüm, şöyle bir şey buldum: Sanırım ismimi oluşturan o iki kelimeden pek hoşlanmıyorum. Pek hoşlanmamak ne kelime, düpedüz nefret ediyorum. O iki kelimeye o kadar ısınamadım ki ne kendimi onlarda görüyorum ne onların beni anlattığını düşünüyorum. Kelimeleri seviyorum, ama yalnızca gerçek olma iddiasında olmadıklarında. Hikayeler dinle meyi seviyorum, şarkıları seviyorum, ama adımı ve soyadımı sevmiyorum. Aptal herif, demek geliyor içimden. Saçma sapan bir şey yapmış! Kocaman bir enstalasyon, altında imza: Serkan Özkaya. Ne Serkan Özkaya’sı yahu? Kim oluyor bu hıyar? Nasıl benim yerimi tuttuğunu söyleyebiliyor? Ya da nasıl olur da ben Serkan Özkaya olabilirim? Ne biçim isim bu? Daha önce hiç duymamıştım. Yani benim hayatım bu iki salak sözcüğü ansiklopediye kazımaya uğraşmakla mı geçecek? Tarihin altın sayfalarına. Talihimin altındaki haytalara. Hayalarımı alan tahkire. Altımdaki talihsiz bakireye…