Arredamento Dekorasyon, Sayı: 108, Kasım 1998.
Güney Amerika’nın en eski ve en önemli sanat bienalinin bu yıl yirmi dördüncüsü gerçekleştirildi. Konusu “antropofaji”, yani insan eti yemek olan bienal güncel dünyaya yönelik kapsamlı eleştirel bakışlara olanak veren bir ortam oluşturuyordu.
24. São Paulo Bienali’ne yoğunluk kazandırmak üzere seçilen ortak tema “antropofaji”, yani insan yiyicilik idi. Avrupa merkezli sanat tarihine aykırı kurulan bu tema, çokyönlü anlamlarıyla şairane ve eleştirel yorumlamalara fırsat vermekte. Daha da önemlisi Brezilya bakışlı bir sanat öyküsü sunuyor. Bienalin katılımcılara dağıttığı antropofaji ve yamyamlığın bin bir tarifinden birkaçını sıralamak gerekiyor. Bunlar serginin uzanımlarından bir kısmını oluşturmuş: tabunun toteme dönüşümü; yıkım; açlık; yamyamlık-taze insan eti yemek; yamyamlık-bir insanı yemek; kimlik egzersizi (sadece kimlik arayışı değil); siyasi ötekinin ölümü; melezlik; ırk karıştırmak; Brezilyalılık; savaş (Dali, Magritte, Siqueiros, Toorop için); bulanıklaştırıcılık, metafor, ışığın yamyamlanması; soykırım; kültürleri yok etmek; otofaji (kendini yemek), kişinin kendiyle alakalı olması, kendine zarar veren; üstüne geçirmek; kültürlenmek; fotoğraf (insanın ruhunu çalmak anlamında); isim serpiştirmecilik; bireysel programlı yamyamlık (seri katiller); parçalarına ayrılmış beden; kendini egzotikleştirmek; başka kültürler üzerinden kendi kültürünü kurmak; simgesel takas; arzu; içine almak; Lévi-Strauss, yapısalcılık; Freud; cinsel faaliyet (yemek); çokdillilik; kaynak göstermeden yürütmek; hayatta kalmak; kilisede şarap ve ekmek ayini (aşai rabbani).
Brezilyalı yazar Oswald de Andrade’nin 1928 yılında yazdığı Antropofajist Manifesto’dan seçme bölümler de sergiye bir başka uyarıcı eksen getirmekte: “Bizi sadece antropofaji birleştirir. Sosyal anlamda, ekonomik anlamda, felsefi anlamda… Dünyanın tek yasası. Bütün bireyselciliklerin örtülmüşlüğü, bütün kolektif eylemler, bütün dinler, bütün barış antlaşmaları… İlgimi çeken yegâne şey benim olmayan, insanların koyduğu yasalar, antrofajicilerin yasaları… Gerçeği giysi rezil etti, su geçirmezlik iç dünyayı dış dünyadan ayırdı, giysili adama tepki, Amerikan filminden al haberi… Güneşin çocukları, ölümlülerin anası, bulunup çılgınca sevilen, nostaljinin bütün ikiyüzlülüğüyle, göçmenler, köleler ve turistler tarafından. Koca yılanın memleketinde. Çünkü ne gramer kitaplarımız vardı ne de bayat sebzeler biriktiriyorduk. Şehir, varoş, sınır ve kıta nedir bilmezdik. Biz Brezilya haritasında tembel bir noktaydık… Kahrolsun muhafaza edilen bilin.… Kahrolsun geri dönüşümlü dünya ve nesnel fikirler. Cesetlere dönmüş, dinamik düşünce sınırlanmış, düzenin kurbanı birey, klasik hakkaniyetsizliğin kaynağı, romantik hakkaniyetsizliğin kaynağı. Ve içerideki fetihlerin unutulması. Yollar, Yollar, Yollar, Yollar, Yollar, Yollar, Yollar… Bizde komünizm çoktan vardı, çoktan gerçeküstücüydük biz, altın çağ… Adamın birine sordum ‘Yasa nedir?’ diye. ‘Yasa mümkün olanın denenmesiningaranti altına alınmasıdır’ dedi. Adamın adı Saçmalık idi. Ben de yutuverdim onu… Kahrolsun misyonerlerin gerçekleri…Spekülasyonda bulunmadık. Ama tahmin etme kudretimiz ve siyasetimiz vardı ve siyaset paylaşımın ilmidir… Portekizli Brezilya’yı keşfetmeden önce Brezilya mutluluğu keşfetmişti… Kahrolsun hafıza, adaletlerin kaynağı… Kahrolsun sosyal gerçeklik, giysili ve baskıcı, Freud’un kaydettiği; komplekssiz gerçeklik, delirmeden, fahişeleşmeden…”
Son yıllardaki bienaller küreselliğe koşut olarak ulusal modelden ayrıldı. 1995 ve 1997 İstanbul bienalleri, Johannesburg, Gwangju ve diğerleri Venedik tarzına gıpta etmiyor. Eskiden sadece Amerikan vatandaşlarına açık olan Whitney Bienali bile, önce NAFTA’ya uygun olarak Meksika ve Kanada’yı içine alarak sınırlarını genişletirken, ardından da Amerika’da oturan herkesi kapsamına aldı. Coğrafya ve ulus temelli dönemli sergiler tarihe karışıyor. São Paulo ise hem bir ulusal bölümü olan, hem de dünyanın Afrika, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Asya, Orta Doğu, Avrupa, Pasifik’ten oluşan yedi bölgesini kapsayan bir sergi. “Tarihi Çekirdek” adlı farklı bir bölümde ise sergiye Brezilya bakışlı, yerleşik bir müze kalitesinde modern sanat tarihi sunuluyor. Bu müze, Brezilya ve Latin Amerika’nın modern sanat tarihindeki olağanüstü önemli olan yerini, alışık olduğumuz bir tarihsel sıralama içinde değil, yoğunluğa ve bağlantılamalara önem veren kümeler halinde gözden geçirmekte. Bu revizyondan Orta ve Doğu Avrupa ve Japonya nasibini almıyor, ancak revizyonist sanat tarihinin bu derecede somutlaşması bile radikal bir öneri. Serginin uluslar bölümünün kataloğunun girişinde şu yazı göze çarpmakta: “Bir ülkenin güncel sanat faaliyetini bir sanatçının işleriyle ifade etmek imkânsızdır” (John Tupper, Kanada’yı temsil eden küratör). Bu, São Paulo’nun her ülkeden bir sanatçı sınırlamasına karşı çıkmakta. Bienalin başküratörü Paulo Herkenhoff ise, yazısını, bu bölümün varoluşunu ve imkânsızlığını anlatmak üzere 1970 yılında Amerika’da yapılan bir sergiye katılan iki Brezilyalı sanatçıdan alıntı yaparak bitiriyor: “Ben burada, bu sergide, ne bir milleti ne de bir kariyeri savunmak için varım” (Cildo Meireles); “Ben burada ne Brezilya’yı temsil ediyorum, ne de bir başka şeyi” (Hélio Oitica). Sergiye Türkiye’den katılan Hüseyin B. Alptekin de, düzenli ekonomilerin sınırlarındaki kültürlerarası görüntü sistemlerinin dolaştığı alanların yamyamlığına şahitlik eden bir proje yaptı. Capacity adlı bu iş insanın aklına kolay kolay gelmeyecek şehirlerin adlarından alınan otuz iki otelin işaretlerinden fotoğraflanmış ve akan bir ışıklı yazıyla donatılmıştı. Farklı bir kültürü temsil etmeye şiddetle karşı koyan Capacity, hem İstanbul’un hem de São Paulo’nun kapasiteleriyle paralellik kurmakta, neşeli ve nükteli bir şekilde cıvıldamaktaydı. Temsil sorunu serginin Orta Doğu bölümünün küratörleri olarak benim ve İsrailli küratör Ami Steinitz için de söz konusu idi. Biri Türkiyeli diğer İsrailli küratörler olarak bölgenin içinde, Arap âleminin dışındaydık. İki ülkenin son zamanlardaki askeri ve siyasi ittifakı bir yana, Yahudiler ve Türkler Orta Doğu’da işgalci ve Batı sultasındaki iki millet olarak algılandıkları için, birey, millet ve devletin aynı şeyler olmadıklarını anlatmanın zorluğu söz konusuydu. Ortası yanan, çeperleri kaynayan bu bölgeye yaklaşırken, mümkün olduğunca çok sanatçıyla ilişki kurmak, kendimizi de devreden çıkarmak niyetindeydik; yani, sergiye Türkiye ve İsrail’den sanatçılar almayacaktık ve sadece Orta Doğu’da yaşayan sanatçılar bulunacaktı. Ne de olsa, yerinden yurdundan edilmiş sanatçılar sergiye hâlen yaşadıkları bölgelerden de katılabilirdi. Nitekim de öyle oldu, Avustralya’dan sergiye katılan sanatçılardan biri de Kıbrıs asıllı Mutlu Çerkez’di. Bölgedeki sınırlamalar da (güncel sanat kültürünün ve kurumların zaafları, kamusal alanın bir yandan İslam kültürünün yoğun baskısı altında olması vs.) eklenince araştırma sürecinden ve sanatçıları seçtikten sonra karşılaştığımız zorluklara dayanamayıp projeyi iptal ettik. “Türkiye” ve “İsrail”den toplam dört sanatçıda karar kıldık. Bunlar Sukha Glotman, Halil Rabbah, Halil Altındere ve Bülent Şangar’dı. Orta Doğu’dan bir sergi yapmanın sorunsalları başlı başına bir konu. Hatta, Türkiye ve İsrail’in bölgenin neresine oturduğu ve coğrafya temelli sergilerin meşruiyeti de tartışılabilir, ama bunlar bir başka yazının konusu.