Arredamento, Sayı: 57, Mart 1994, ss. 128-131.
The Mechanical Bride (Mekanik Gelin) M. McLuhan’ın endüstriyel olanakların insan yaşamına getirdikleri konusunu ele aldığı 1951 tarihli ünlü kitabıydı. Şimdilerde New York’un Cooper-Hewitt Ulusal Tasarım Müzesi’nde aynı adı taşıyan bir sergi var. Tasarım olgusunu kadınların cephesinden incelemeyi amaçlayan sergi, telefon, daktilo, ütü gibi araçları baz alarak, kadının görevleri ve çağdaş tekniklerden yararlanma konusunda geliştirilen önyargı ve kültürel saplantıları tartışıyor. Endüstri tasarımına cinsiyet ayrımı sorunundan yola çıkarak yaklaşan bu olayı Vasıf Kortun ve Defne Koryürek aktarıyor.
Bazı işler ve eşyalar “kadın işi” ve “kadın eşyası” diye adlandırılırken bazıları da erkeklere yakıştırılır. Bu anne-babalarımızın da çaktırmadan sürdürdükleri ve aktardıkları cinsel alan paylaşımının bir parçası şüphesiz.
Cooper-Hewitt, National Institute of Design, Smithsonian Institution’da Ağustos ’93’de açılan ve adını Marshall McLuhan’ın 1951 yılında çıkan Mechanical Bride: The Folklore of Industrial Man adlı kitabından alan bir sergi geçtiğimiz ay kapandı. Günümüz tasarımı küratörü Ellen Lupton tarafından hazırlanan Mechanical Brides’ın konusu kadın ve “kadın işi”nin parçası makineler.
Lupton’un kendi deyişiyle, “yirminci yüzyıl Amerika’sında telefondan, daktiloya, çamaşır makinesinden ütüye ‘kadın işi’nin merkezi haline gelmiş objelere bir bakış” serginin ana fikri; bununla birlikte “reklamlar, filmlerden kesitler, fotoğraflar ve kişisel anlatımlar aracılığıyla da bu gündelik eşyaların nasıl tasarlandığı, pazarlandığı, kullanıldığı ve düşlendiği”ni on yıllar çerçevesinde sunan sergi erkek merkezli “çağdaş” dünyada kadının sürekli-değişen-sabit-ikincil-konumunu izlemek için bulunmaz bir fırsattı.
Yüzden fazla tasarımın sergilendiği, onlarca reklam ve fotoğrafla desteklenen bu yüklü sergide ayrıca küratörün kendi dilinden sergiyi anlatan bir de video izlemek mümkündü. Bu sık rastlamadığım bir şey, ya bir katalog alınır -evde okumak üzere, ya da o kadar kendi alanıyla diyalog halinde olur ki sergiler içten içe “bir şey anlamadım” diye itiraf etmek zorunda kalır insan. (Sn Evren gibi “ben de yaparım” demek de mümkün elbette). Ancak, küratörün kendi dilinden serginin niyesini ve nasılını dinlemek serginin merkezi kullanıcı/izleyici kadınlar için keyifliydi.
Telefon “çağdaş” dünyada “kadın-ın ev ve dışındaki- işi”nin merkez noktası. Kadının dış dünyayla sürekli temasını sağlayan bu basit ama vazgeçilmez alete ayrılan bölümde sergi izleyicisini karşılayan telefon tasarımları ve onlarca telefon reklamının yanı sıra kullanıcı kadının da sesini taşımayı üstlenen santral kanımca serginin en heyecan verici bölümüydü. Santral benim seçtiğim basit bir tarif, The Telephone Wall adı verilen bu multi-medya enstalasyonu sayesinde karşımızdaki altı tuştan herhangi birine basarak elimizdeki ahizeden türlü ırk ve yaş gruplarından kadın santral operatörlerinin hikayelerini dinledik. Batılı “çağdaş” kadını inatçı, başarılı, güzel ve güç sahibi “Günün Kadını Helen”ile tanımış benim gibi doğunun yakın kanadından bir kadına, erkeğin gerisindeki sabit ikincil/yardımcı konumunu üstlenmiş bu seslerin ne kadar şaşırtıcı geldiğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Aslında bu anlamda tüm sergi sürprizlerle doluydu.
Lupton tasarım değerlerinin ötesindeki “kadın işi”nin merkezi tüm bu makinelere bir Amerikalı, bir kadın, bir akademisyen ve hepsinin ötesinde bir feminist gözüyle bakar ve sergiyi kurarken de kendi ajandasını tüm samimiyetiyle, sergiliyor.
70’li yıllarda okuldan eve döndüğümde babamı aramak için kullandığım telefonu sergide görmek ve kim tarafından üretildiği, kimin tasarımı olduğu gibi asla aklımda tutamadığım bilgilerin yanı sıra aynı dönemde kadınların çekiştire çekiştire oturdukları kısa eteklerini, hatta ayakkabılarının moda ama edepli topuklarını da reklam fotoğraflarından izleyebilmek kendi geçmişime yolculuğa çıkmak gibiydi. Bu eğlenceye kimsenin hayır diyeceğini sanmam. Seçilen tasarımların her biri bugün elimin altında olsa kullanmaya kıyamayacağım kadar güzeldi. 30’lardan 50’lerden aerodinamik çizgiler taşıyan 1944 yapımı The Saunders Silver Streak cam ütüden, sadece ve sadece kadınlar için üretildiği besbelli bembeyaz papatyalar içinde sunulan 1959 yapımı, ahizeyi kaldırınca ışığı yanan Princess telefona kadar her tasarımın hikayesini seyretmek mümkündü.
Cinsel alan paylaşımlarımızın anne babalarımızın bize sağlam bir kazığı olduğunu düşünürken pazarlamacıların ve atak sözcüleri reklamcıların üzerimizdeki yatırımını görmezlikten gelmek mümkün değil elbette. Otomatik olarak hazırladığı kahveyi sıcak tutan elektrikli Sunbeam Automatic Coffeemaster’ın 1950 yılına ait reklamında kadının kısa-tırnakları-kırmızı-ojeli eline karşılık, kahve sunulan erkeğin kahvedanlığın kromajlı gövdesinden yansıyan gazetesinin-üzerinden-uzanmış yüzündeki takdirle karışık gururlu gülümseme Sunbeam Automatic Coffeemaster’ın aslında kim için tasarlandığının naif bir ifadesiydi. Hatta daha ileri giderek bu surattaki tebessümün ardındaki kollayıcı, kucaklayıcı neredeyse tanrısal erkek masalını dehşetle fark ettiğimi söyleyebilirim. İster istemez ben de alayla karışık öfkeyle gülümsedim. Aslında bu tarz pazarlama biçimlerine çok yabancı olduğum söylenemez. “Her gelin kızın rüyası Zetina dikiş makinesi” yıllarca evlerimizde yankılandıktan sonra 1942 tarihli Proctor Dual-Automatic pop-up Toaster reklamına kendimi tanıdık hissetmemem mümkün değil: “Love, Honor… and CRISPER Toast!” başlığının altında duvağını dahi çıkarmamış taze gelin kocasını şükranla öperken, askeri üniformalar içerisindeki delikanlı-damat gururla karışık zoraki alçak gönüllülükle gülümsemesini frenlemeye çalışır… “here’s a husband whose toast will be the way he wants it”. Artık reklamcılar sırlarını bu kadar ulu orta paylaşmıyorlar.
Kısaca geçtiğimiz ay çok keyifli bir sergi kapandı, kaçırdınız