— Hürriyet Gösteri, sayı: 137, Nisan 1992.
Türkiye’de sanatçılar ve sergi düzenleyicileri uluslararası ağın sürekli bir parçası olmadığı için, bienal gibi kapsamlı bir sergi düzenlenmesinde yabancı kültür ofislerinden yararlanmak zorundayız. Bu riskli olabilir. Birkaç örnek dışında, kültür bakanlıkları ve ofisleri, siyasi iktidarların kontrolünde bulunan ya da iktidarlaşmış akım ve isimlere ülke dışında yer bulmakla meşguller. Kimileri de “eli yüzü düzgün” sanatçıları sunuyor. “Resmî” kültür kurumlarıyla kurulan ilişkiler sonucunda, Ankara’da Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği bienaller trajik bir biçimde kötü ve 2. İstanbul Bienali’ndeki Sovyet katılımı da düzeysiz oldu.
Kurumsal bağı olmayan bir sergi düzenleyicisini ve kimi zaman da sanatçı(ları) çağırmak söz konusu olduğu zaman, misafir ülkenin mesen olmasını da garanti etmek gerekiyor. Bu konularda British Council’ın, Alman Kültür Merkezi/Goethe Enstitüsü’nün, Amerikan Haberleşme Merkezi’nin yardımları ve ortaklığı çoğu zaman verimli oluyor. Bu ülkelerde kültür bakanlıklarının olmaması ve kültür kurumlarının hükümet değişikliklerinden etkilenmemesi Türkiye için de bir örnek olabilir. Kültürünü en etkili biçimde tanıtan ülkelerde kültürün bakanlığı yok. Türkiye’de devletten iki şey bekliyorum; faaliyetimizi zorlaştırıcı bürokratik engelleri hafifletmesi ve kendi kültür sektörünü özerkleştirip özelleştirmesi. Sanat eserinin dolaşımı serbest olmalı.
Önümüzdeki bienal Feshane binasında gerçekleştirilecek ve yeni müzenin ilk sergisi olacak. Tek çatı altında toplanacak olan bu serginin ayrı bir “çatısı”, bir şemsiye kavramı var: “Kültürel Farklılığın Üretimi”. Bu, düzenlemecinin kararı değil, sergileri birbirine bağlayan bir uzlaşma fikri. Katılan ülkeler bu uzlaşmaya karşılık veren sergiler oluşturacaklar. Serginin kendisi kültürel farklılığı yeniden tek alanda üretecek; duvarlarla ayrılmış klasik pavyon fikrini çağrıştıran ülke sergileri kendi bünyelerinde farklılaşmanın altını çizerken, bu sergi pavyon fikrini bozabilecek. Pavyonlar, üniter sanat verileri dışına çıkarken mekânın kuruluşuyla şeffaflaştırılacak. Bienalin Türkiye bölümü de temaya uygun işlerden oluşan kavramlarla tasarlanacak, tıpkı diğer sergilerde olacağı gibi. Türkiye’nin en has, en nadir sanatçılarının “sunulması” değil, kavramların tartışılması ve düşünülmesini sağlayan az ve öz işin sergilenmesi söz konusu olacak. Bienalin bir sanat pazarı gibi algılanmasından vazgeçilip, entelektüel bir alan olarak görülmeye başlanmasını bekliyorum.
Bu kez bir konuyla ortaya çıkmamızın nedenleri var. Bienal, işlerin gelişigüzel bir tarzda yan yana geldiği bir gösteri alanı değil. Onun tek bağlayıcı özelliği, belli dönemlerde yapılıyor olması; bunun dışında her şeyi tümüyle değişken olabilir. “Kültürel Farklılığın Üretimi” konusu ise, bir süredir sorgulanan ve farklı tarzda sergilerle bir yakınlık oluşturan konumda. Bu sorular son Magiciens de la Terre [Yeryüzü Büyücüleri] sergisinde de, Decade Show’da da farklı tarzlarda soruldu.[1] Birincisinde sergileri “merkez” seçti, diğerinde ise “çevreler” birleşti. Burada ise kararları birer birer ülkelere bırakıyoruz. São Paulo’da katıldığım konferans, kültürel kimlikler hakkındaydı.[2] Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Birliği’nin konferansında da temel konumuz “Duvarlar ve Savaşlar Ötesinde: Sanat, Siyaset ve Çoğul Kültürcülük” idi.[3] İstanbul Bienali bu konuyla ilgili alternatif sorular soracak. Ayrıca, coğrafi bir önyargısı var. İstanbul, tarih boyunca farklı kültür ve yapılanmalara ev sahipliği yapmış. Boğaziçi tüm bu tarihleri içen ve içeren, yok eden ve saklayan derin bir tünel. Doğu ile batıyı ayırırken, kuzey ile güneyi kesiyor. Boğaz, bir “ara” ve “eşik” olarak İstanbul’un metaforu. Bu kent belki de diğer kentler arasında kültürel farklılığın üretimine ev sahipliği yapmış ilk kent. Kültürel farklılık coğrafi, dinî, etnik, sınıfsal, dilsel ve cinsel kökenlerin yanı sıra cinsel yönelim, tarih algılayışı, mekân bağı gibi kriterlerle tartışılabileceği kadar, belli bir sanat işinde de üretilebilir. Kültürel farklılaşmanın iyiden iyiye ortaya çıkarılması bu serginin tek ilgi alanı değil. Aynı dünyadayız ve onunla yaşama biçimlerimiz farklı. Bu anlamda, kültürel farklılık hemen anlaşılamayan ya da dile dökülemeyen bir ekstra, bilmeden beliren bir aykırılık, bir uygunsuzluk olarak da düşünülebilir. Buradaki izleyiciler ve sanatçılar için bunların hangi alanda ve kimler tarafından anlamlandırıldığı belki de serginin en ilginç yönü olacak. Türkiye’de sanat üretiminin rehavetine, düşünselliği boşvermesine, ısrarlı otosansürcülüğüne karşı alternatiflerin konması gereğinin farkındayım. Bu coğrafya bir “eşik” ise, aslen bir yer değildir; yersiz yurtsuzdur, yerel olamaz. Bu coğrafya ile ona yakın olanların, sanatçıların işleri nasıl karşılaşmaktadır? Bu sergide, başka yerlerden bu karşılaşmaya fırsat tanıyacak düşünsel örnekler de sunulabilir.
Önümüzdeki yıllar için eskisinden farklı olan bir sanat dolaşımı örgüsü nasıl oluşturulacak? Sanat her zamankinden daha fazla merkezkaç bir hızla değişmekte. Sanatçılar, modernizmin birbirine yaklaştırıcı ve yörüngeci estetiğiyle bağlılık içerisinde, adına “evrensel” denegelmiş boş formlara montaj yapmakla vakit geçirmiyorlar artık.
Sergi tasarımcıları sanattaki merkezkaç güçleri kapsayamıyor ve tek istikametli bir alışveriş yerine konacak olan ayrı coğrafi ve düşünsel alternatifler oluşmadı. Neden New York’ta ya da Paris’te meşhur olmak istenir de, Bükreş’te önemsenmek, Sofya’da bir grup sergisine katılmak, Zagreb’de çıkan sanat dergisini okumak yeğlenmez?
Sanatçılar gittikçe yersiz yurtsuzlaşmakta. İzleyiciler sanat eseri karşısında sürekli deplasmandalar. Üretim alanı ile gösterim alanı arasındaki mesafe kapanamıyor. Hâlâ kuramsal alanda, galeride, müzede karşılaşıyorlar, ki o alanın farklılığı ehlileştirmeye ve uslandırmaya pek meraklı hijyenik bir hafızası var. Belki alınabilecek tek ahlaki tavır, amaçlarımızı şeffaflaştırmak, farklılaşmanın üzerine gitmek. Bu da bir çözüm değil.
Bu merkezkaç çerçeve içinde akım tayin etmenin, işleri dönemselleştirmenin ötesinde nasıl bir sunum olabilir? Hiçbir sergi dünyasal olmamalı; bunlar dünya fuarlarını hatırlatır. Yüksek teknoloji talepleri, gereksiz şekilde uzatılmış bina durum raporları, 1980’lerin abartılı fiyatlarının sonucu anormal sigorta masrafları da burada bu tarz sergilere olanak vermiyor. Önümüzdeki gerçekçi ve sorumlu yıllarda, hipermarket sergilerinin yerini daha eğitsel ve ufak sergiler alacak.
Sanatsal üretim, izleyicisiyle yeniden bir temas kurmak zorunda. Sanatsal üretimin medyasal iletişim bağı içindeki anındalığını benimsemiş olsak da, yeniden yerelleşen bir dünya içinde yaşamaktayız. Bienal bunu göz ardı etmeyecek.
- Magiciens de la Terre, Centre Georges Pompidou ve Grande Halle de la Villette, Paris, 1989 ve The Decade Show: Frameworks of Identity in the 1980s, The New Museum, The Museum of Contemporary Hispanic Art ve The Studio Museum
in Harlem, 1990. - “Artistic and Cultural Identity in Latin America”, Arts International ve Memorial da América Latina,
São Paulo, 1991. - “Beyond Walls and Wars: Art, Politics and Multiculturalism”, 2. AICA Kongresi, Santa Monica,
Los Angeles, 1991.