Anı/Bellek Sergisinin Ardından: Bellek-Anı-Kimlik ve Sanatçı

Hürriyet Gösteri, sayı: 135, Şubat 1992.

Sanat: Bir Tür Bilgi Alanı

Geçen ay İstanbul Belediyesi Taksim Sanat Galerisi’nde açılan Anı/Bellek I adlı sergi sanatçı-bellek ilişkisini gündeme getiriyordu. Bu sergiyi düzenleyen Vasıf Kortun’a sergiyi düzenleme amacını, sergiye katılan sanatçıları seçiş nedenleri ve ölçütlerini sorduk. Sosyolog Ali Akay serginin bir genel değerlendirmesini yaptı. Sergiye ortak bir çalışmayla katılan farklı ülkelerden iki sanatçı Michael Morris ile Hüseyin B. Alptekin ise işlerini anlattılar.

Hami Çağdaş: Sayın Vasıf Kortun, önce bu seçimin nedenlerini sorayım. Neden Anı/Bellek’i seçtiniz sergiyi düzenlerken? Bu kavramda sizi çeken ne oldu?

Vasıf Kortun: Buranın geçişleri, yarıkları, ara alanları, sürekli hafıza silinmeleri. Tepeden indirilen hafıza silinmeleri… Bu silinmeleri içselleştirmemiz. Dil değiştirmemiz. En uzun hafızaya sahip olması gereken bir yerde yaşarken hem de. Bu paradokstan girmek istedim. Konuyu önce gelenek olarak düşündüm. Ama artık anlamsız bir laf hâline geldi. Gelenek diye bir sergi yapsam çok yorgun bir kavramla işe başlayacaktım. Ardından geleneğin en belirgin hangi alanda tezahür edeceğini düşündüm. Gövde meselesi çıktı, buradan da sosyal alanda bedenin tezahürü. Bunu salt temsilî figürden ayırıyorum. Yani bireye en yakın şey olan beden ve bedenin kullanımı sosyal olanla mahrem olanın çakıştığı ve çatıştığı alan olduğu kadar, burası, farklı beden tarihlerine de sahne olmuştu. Böyle bir sergi kurgulamayı düşünürken bir yıl kadar önce Urart galerisinde Gövdeler diye bir sergi yapıldı. Adı dışında hiçbir toparlayıcı, düşünsel yönü yoktu, ama adı da kullanılmış oldu.

H.Ç.: Anı/Bellek, “geleneksel” kavramından daha çağrışımlı, daha içerikli belki de?

V.K.: Konuya çok yakın bir alandan, sorunu geleneksellik/evrensellik diye açmadan, biraz da daraltarak bir sergi kapsamında tartışmayı düşündüm. Gelenekten önce gelen, geleneğin oluşumuna konu olacak anı/bellek olgusuydu çünkü. Hele hele burada anı/belleğin çok önemli bir yeri var. Kat kat tarih, arkeoloji, kültür ve yaşantının üzerine konumlanmışız. Özellikle de bu kent. İstanbul apayrı yapılanmaların ev sahibi. Boğaziçi içen ve içeren, yok eden ve saklayan bir tünel. Doğu ile batıyı ayırırken kuzey ile güneyi de kesiyor. Boğaz bir “ara” ve “eşik” olarak İstanbul’un metaforu.

H.Ç.: Bir başka boyutta da Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte oluşturulan resmî ve meşrulaştırılmış bellekler ve tarihler. Geçmişe ve dolayısıyla bugüne nasıl bakılacağı konusunda önerilerin varlığı söz konusuydu. Tabii bu alan gittikçe zorlanıyor. Bir de kişinin kendi belleğine bakışı var, hem yatay olarak hem dikey manada. Bunlar nasıl çakışmaktadır?

V.K.: Bir başka sıkıntım da Türkiye’de yapılan sergilerin bakışlara ve kavramlara göre düzenlenmemesi, sorular sorup önermelere açık olmamasıydı.

H.Ç.: Bir tema etrafında düzenlenmiş ilk sergi bu. Düşünsel, kavramsal alanda ilk. Benim açımdan böyle bir gündeme getirilmesi ilginçti. Nasıl oldu?

V.K.: Grup sergisi deyince bir sürü işin yan yana asıldığı garip bir şey akla geliyor. Bu da bana anlamsız geliyor. Grup sergilerinin etrafında üretilen işler iyi de olsa hep gümbürtüye gidiyor. Türkiye’de üretilen sanat kendi tarihini yazamıyor. Bu nedenle satış hedeflemeyen, promosyona dayanmayan düşünsel bir sergi açmak istedim. Sergideki işler görsel ya da duyumsal bir birliktelik uğruna bir arada gösterilmiyor, gelişigüzel bir şekilde bir arada değiller. Bu sergi ve takip edecek sergilerde kendi değer yargı ve beğenilerimi değil, farklı pozisyonların birbirlerine karşı ve yan yana ortaya çıkarılmasını düşündüm. Söz konusu olan bir söylem alanı oluşturmaya çalışmak.

H.Ç.: Anı/Bellek dediğiniz anda seçiminiz belli oldu. Sergiyi nasıl düzenlediniz? İşleri nasıl ısmarladınız? Katılacak olanları nasıl seçtiniz?

V.K.: Bu uzun bir süreç. Bir kişi hariç bu sergideki sanatçıları, farklı pozisyonların irdelenmesini düşünerek baştan belirlemiştim. O ad değişti. Değişmesi sergiyi yıpratmadı. Umduğum işi buraya gelemeyecekti, gelseydi belleğini yitirmiş olacaktı; çünkü yurt dışında yapılmıştı, bu nedenle de uzaktan, buraya anı olarak bakan bir işti. İstanbul’a geldiği zaman içi boşalacaktı, dolayısıyla değişti. Konuyu verdim. Ama verdiğim isimler baştan beri bu konuyla değişik şekillerde uğraşmış, ya buna cevap verecek olan ya da işlerinde bunun izleri olan insanlardı. İşler aramızdaki konuşma, anlaşma sürecinde çıktı.

H.Ç.: Bu sergiyi sürdürecek misiniz? Başka temalara doğru genişlemeyi düşünüyor musunuz yoksa?

V.K.: Sürdüreceğim. Türkiyeli yazarlar, felsefeciler, tarihçiler ve bunun gibi insanlar artık “plastik sanatlar” denen o kenarda ve kendine has, sanki düşünselliği olmayan alanda konuşmaya başlasınlar diye. Sanat bir tür bilgi alanı aynı zamanda. Sanatçının da bu karşılaşmaya düşünce üretimi için ihtiyacı var. Şimdiye dek süregelen eleştirmen, sanatçı, galerici mekanizması olağanüstü sınırlı. Benim yaptığım ise bir tür müdahale, “yıkmadan bozmak”. Başka temaları irdeleyecek olan sergi planlarım da var ama.

H.Ç.: Peki, bu serginin sanatçılar ile sanat ortamı dışındaki insanlar arasında amaçladığınız gelgiti sağlayacağına inanıyor musunuz?

V.K.: Bu zaten başladı. Türkiye hızla devinen zinde bir yer. Düşünsel olarak çok zinde. Bu bir. İkincisi, sanat ortamı dışında ama bu coğrafya içinde, alternatif düşünce üreten, bu coğrafyanın ince tadlarına varan insanlar var.

Serginin yakında yayımlanacak olan kataloğu da sanat ortamının klasik yapısının dışından insanların yazılarından oluşacak; Deniz Şengel, Ali Akay, Orhan Pamuk gibi. Söylemin genişlemesini, bir tartışma ortamının oluşmasını istiyorum. Bir tıkanıklık var. O da düşünsel olanın geri plana çekilmesi ya da salt görsel olanın, yüzeyde olanın hükümranlığı.

H.Ç.: Sizce sanatçı, bir şeyi somutlaştıran insan mı? Yani Anı/Bellek derken sanatçıya bir işlev mi yükleniyor?

V.K.: Anı/Bellek sadece araştırılan bir alan olduğu için var oldu. Bir yolu, bir çizgiyi tarif etmiyorum o anlamda. Örneğin, H. Alptekin ve M. Morris’in işi, bir bakışa göre ne anı ne de belleği olabilir. Sergi inince korkunç bir şey çıktı ortaya. Sabunların izi kaldı duvarda. Çıkaramadık. Mecburen boyandı, bu kez de duvarın rengi değişti ve gene izi kaldı. Diğer işler, ki bu kavramlara daha yükleniyorlardı, mekânda fiziksel iz bırakmadı. Temizleme derdi bir yana, karşıtlıkları oluşturanlar böylesi anlar. Yok, işlev söz konusu değil. Pedagojik bir tarzda şu şöyle yapılsın demiyorum, ama üretimi kaale almak gerekiyor. İşte aslolan bu. Küratörün (sergi tasarımcısı) de vazifesi o bir anlamda. Hem bir vizyonu olması lazım. Hem de yapılanı bir araya getirip yeniden anlamlandırarak göstermesi, hatırlatması. İşlerin yüzeyine, düzeyine, yanındaki işlerle nasıl konuştuğuna, toplu olarak verdiği fikirlere.

H.Ç.: Çağdaş sanat ortamı hakkındaki düşüncelerinizi sorsam…

V.K.: Burası olağanüstü münbit bir yer aslında. Bu zinde alanın ifade araçları bulunacak elbette. Bunlar apayrı araçlar olabilir. Hem medyatik hem de medya bağlantılı olmayan. Bir avantaj geleneğin ve sürekliliğin ağırlığı altında ezilmiyor olmamız. Ama eğitim için iyimser değilim. Eğitim mi kirletim mi? Bir şeylerde değil suç, kurumların ataletinde ve bunun genelde içselleştirilmesinde. Bunun acilen değişmesi gerekiyor.