1992 İstanbul Bİenalİ’ne Doğru I

Hürriyet Gösteri, sayı: 132, Kasım 1991.

Yazıya tersinden başlayalım. São Paulo ile Rio de Janeiro arası Boeing 747’deyim. Uçak pistte hızlanıp kalkmaya çalışırken, yanımda dOCUMENTA’nın baş sorumlularından Bart De Baere şöyle diyor: “İşte bu benim için Avrupa… üzerinde müthiş bir ağırlık, müthiş bir güçle her seferinde zorlanarak uçmaya çalışıyor ve uçuyor sonunda.”

De Baere, yaptığı benzetmenin dOCUMENTA sergisi için de geçerli olacağından emin. Bir gün önce Havana Bienali, Ekvator Kuenka Bienali düzenleyicileri ve São Paulo Bienali hakkında konuşan bir kritikle katıldığımız panelde de aynı güvenle konuştu. Konuşmasının dinleyicileri en çok kızdıran yönü, sanatın tanımını Avrupa’nın yüksek geleneğine göre çizerek 19. yüzyıl romantizmini çağrıştıran sözleri oldu. Çoğul kültürlülük üzerine kurulu bu panelde, Avustralyalı Aborjinlerin yaptığı resimlere sanat denemeyeceğini söylemesi ise bardağı taşıran son damla oldu.

Son iki yıl içerisinde, uluslararası bienallerin en önemlilerinden sayılanlardan ikisini, Venedik ve São Paulo bienallerini izledim. Uzun yıllardan beri de Whitney Bienali’ni takip ediyordum. Arts International örgütünün, uluslararası açılım üzerine düzenlediği ve Beral Madra’nın katıldığı bir konferansta dinleyici olarak, bir sonrakinde ise konuşmacı olarak bulundum. Panelde dOCUMENTA, Ekvator Kuenka Bienali ve Havana Bienali’nin yöneticileri vardı. São Paulo Bienali’nin yöneticisi ise panele gelmekten çekindi. São Paulo, dünyanın önemli bienallerinden ama bu kez büyük eleştiriler aldı. Kataloğu sergiden bir buçuk ay sonra çıkıyor, isim listesi ve yer planını bile kapsamıyor ve sanatçılara yer dışında en küçük bir yardım bile yapmıyor. Serginin düzeni ise o denli kaotik ki, sürekli aynı şeyi görmekten kaçmak büyük çaba gerektiriyor.

Gelecek İstanbul Bienali’nin yöneticisi olarak, uluslararası sergileri gözden geçirmek ve tecrübe kazanmak zorundayım. İstanbul Bienali’nin temel amacı, Türkiyeli sanatçılara uluslararası platforma doğru sistematik bir yol açmak ve Türkiye’deki izleyicilere uluslararası sanattan kesitler vermek.

Türkiye’den toplu grup sergileriyle buradaki sanatın Türkiye dışında tanıtılması için henüz erken. Bunun çeşitli nedenleri var: uluslararası bir lobimiz ve dolayısıyla doğal desteğimiz yok; henüz uluslararası arenada akışkanlığı olan sanatçılarımız da olmadığı için ulusal bir serginin dışarıdaki geçerliliğine kuşkuyla bakıyorum.

Birinci hedef, Türkiye’deki sanatçıların yollarındaki engelleri kaldırarak onların uluslararası sergilere katılımını kolaylaştırmak. Bunun yolu da uluslararası ağın sürekli bir parçası olmamızdan geçiyor. Ancak bu akışkanlık sonunda, ileride toplu bir Türkiyeli sergisinin oluşumu meşruluk kazanabilir. İkinci hedef ise, Türkiye’deki izleyicilerin başka yerlerde üretilen sanatın ilk elden deneyimini zenginleştirmek. Bir diğer önemli boyut da, dışarıdan gelecek olan sanatçıların İstanbul’a ısınmaları. İstanbul, şu andaki konumu ve tarihi ile dünyanın en önemli kentlerinden biri; bu, benim için en önemlisi.

Bienal ya da dönemsel uluslararası sergiler ne demektir? Bienali bienal yapan nedir? Bienaller ameliyat masasına yatırılır. Ama Türkiye’de ikinci bienale yapıldığı gibi düzeysiz nedenlerle değil. İkinci bienal, 1991’de onun on misli parayla yapılan São Paulo Bienali’nden çok daha iyiydi. 3. İstanbul Bienali’nin bütçesi ve yayılımı bağlamında diğerleriyle ilişkisi nedir; ne kadar açılabilir, neye yönelebilir?

Havana’nın bütçesini bilmiyorum. São Paulo’nun 3.5 milyon dolarlık bir bütçesi ve bienal dışında sürekli olarak kiraya verdiği bir binası var. Berlin’deki Metropolis sergisi yaklaşık 2.5 milyon dolara çıkmış. dOCUMENTA, 7 milyona yakın bir bütçeyle hareket ediyor. İstanbul’un bütçesi ise dOCUMENTA’nın onda biri. São Paulo Bienali’nin milletlere göre dökümü şöyle: Brezilya 45; Japonya 10; Almanya, İsrail 5; Fransa, Romanya 4; Avusturya, Kolombiya 3; Danimarka, Hollanda, İngiltere, Venezuela 2; Şili, İspanya, Bulgaristan, İtalya, Peru, Meksika, Mısır, Arjantin (grup), İsviçre, Norveç, Finlandiya, Macaristan l sanatçı. São Paulo’nun sanatçıları portfolyolardan seçilmiş! Bir ülkenin sınırlarını terk etmeden başka yerler hakkında fikir yürütmek, başka yerlerin sanatını seçmeye kendini haklı görmek, artık kimsenin yapmaya yanaşmadığı bir tercih. Bu nedenden dolayı Paris’teki Magiciens de la Terre [Yeryüzü Büyücüleri] sergisini hazırlayan Jean Hubert Martin haklı eleştirilere uğradı.

Kimlerin portfolyolarının Brezilya’ya ulaştığı, kimden nasıl portfolyo istendiği, kimin bu bienalin hangi ilkelerle hareket ettiğinden haberi olduğu belli değil. São Paulo Bienali’nin ilkesizliği bu serginin düzeyini düşürdü. Bir Latin Amerika bienalinin, Brezilya dışındaki diğer Latin ülkelerini dışlaması, serginin çoğunu kendi milletinden sanatçılarla doldurması ve seçim tarzı, tarihe bir skandal olarak geçecek. Bu karmaşa sırasında, bu işin ustası olan Fransa, ABD, İngiltere ve İsrail gibi ülkelerin bilinçli ve ciddi katılımları da değerinden yitirmiş.

Kuşkusuz, ne sanatçılar ne de sergi düzenleyicileri kimseye aittir. Ancak, bir serginin düzenlenmesinde yapılacak seçimler ve alınacak kararlar, düzenleyicinin bilgisinin sınırları çerçevesinde ve bilmedikleri hakkında güveneceği otoritelerden yararlanmasına bağlıdır. Başkalarının sanatsal haritasını çizmek kişiye düşmez.

dOCUMENTA’nın idarecileri üç yıldır dünyayı dolaşıyorlar. De Baere’ye şu soruları soruyorum: Seçimlerinizi nasıl yapıyorsunuz; galeri/müze şebekesinden mi? Merkez dışı yerler hakkında nasıl bilgi ediniyorsunuz? Cevap olarak, “önemli” ülkelerdeki galeri ve atölyeleri gezdiğini, “önemsiz” ülkelerin sanatını ise, önemli ülkelerdeki sanat ortamına katılımları kadar bildiğini söylüyor ve “İyi bir sanatçı sonunda muhakkak merkeze gelir” diyor. Buna rağmen, Orta ve Doğu Avrupa’yı, Sovyetleri ve benzer türden merkez olmayan yerleri de gezdiklerini anlatıyor. Bienalin toparlayıcı kavramlarını öğrenmek istediğimde, bugünü yakalamak gibi dürtüleri olmadığını; sergide yaşlı ve genç çeşitli sanatçılar olacağını, ama hayatını tek fikirle geçiren sanatçılara yer olmadığını belirtiyor. Gündemde olan olmasa da, “gündemi tayin edenler”i sergileyeceklermiş. Ana kavram ise “deplasman”. Kassel gibi kıytırık bir kasabaya yapılan bu inanılmaz yatırımı, yılların çalışmasının sanata ait olmayan boyutlarını da unutmadan, ona imkânsız sorular soruyorum. Belki de serginin beni asıl etkileyen yanı yüksek teknolojisi. Kataloğun, orada yapılan işleri kapsamasının çok iyi olacağını söylediğimde, serginin tüm yerleştiriminin açılıştan bir buçuk ay önce biteceğini ve açılışta satılacak olan kataloğun sergideki işleri göstereceğini anlatıyor. Peki, sergi sonunda kritik bir tartışma kitabı? O da var, hatta sergiden önce bir de hazırlık kitabı yapılıyor. “Bu sergiyi herkes gezemeyeceğine göre ne olacak?” diye sorduğumda, hep hayal ettiğim bombayı patlatıyor. “Sergi videoya kaydedilecek” diyor. Belki de bundan dolayı ilk kez, sergi kataloglarının mahremliğinden kurtulup sergi hakkında topluca ekran başında bir fikir sahibi olabilecek ve tartışabileceğiz.

São Paulo’da anlattıklarımdan bir bölümünün özeti şöyle: Latin Amerika’dan çok farklıyız ve Avrupa’ya rağmen bir uç-Avrupa ülkesiyiz. Hiçbir zaman sömürge olmadığımızdan, sömürgecilerin, temsiliyet düzeyinde “içten” jestlerle bize herhangi bir borç ödemeleri gerekmedi. Sömürge olmamanın bir diğer yönü de, yurt dışını ters sömürgeleştiremememiz demekti. Almanya’ya göç dışında bu böyle kaldı; ki Almanya’daki farklı kültürel oluşumumuzun kendimize tasdiki oldukça yenidir. Diğer ülkelerden farklı olarak, yurt dışında ciddi bir entelektüel ve ekonomik lobimizin olmaması ise, Türkiye’de üretilen sanatın dönüştürülmesi açısından hâlâ bir handikaptır. Tabii ki, egemen kültürlerin kendi içlerinde “azınlık” dedikleri kültürlere izole bir alan açarak onları orada sınırlamaları ya da “azınlık” kültürden bir “temsilci” alarak azınlığı temsil etmek adına dışlamaları da her zaman olasıdır.

Türkiye’nin son sekiz yılda geçirdiği liberalleşme, ekonomik gücün gittikçe elitleşmesi, bireysel hayatta estetiğin değer kazanması, ülkeyi diğer yerlerden ayıran fiziki ve ruhsal sınırın inmesiyle birlikte, artık salt “yerel” verilerin geçerliliğini yitirmesi söz konusu oldu. Bir anlamda, burayı oradan ayıran kültürel izolasyon ve izolasyonu savunanlar meşruluğunu yitirdi. Kendimizi temsil etme mücadelemiz, bienallerden panellere ve yurt dışındaki sergilere artan sayıda kabul edilen sanatçılara kadar çeşitli alanlarda varlık kazanıyor. İstanbul bienallerini uluslararası platforma çeken, yıldız sanatçıların davet edilmesi oldu ve bunun yapılması da zorunluydu. Artık adını duyuran bir bienal, bu kez seçimlerinde daha farklı davranabilir. Yer yokluğu, Tarihî Yarımada’nın zeki kullanımıyla geçici olarak çözüldü. Ancak İstanbul’un yatay ve yaygın yapısı, trafik sorunları bienalin izlenmesinde güçlük yaratıyordu. Aynı zamanda, teknik ekipler ve malzemenin koordinasyonu da dertli bir işti. Bunların, kimilerinin gözünde hiyerarşik bir sıralaması olduğu da göz önüne alındığında, çok gereksiz sıkıntılara yol açmaktaydı. Bu anlamda, yapılacak bienalin hedefi, sergileri tek mekâna toplayarak, millet ayrımı yapmadan kurulması oldu. Böylece, kentteki diğer alanlar boşaltılarak alternatif sergilerin oluşumuna da fırsat tanınmakta. Bir yıl içerisinde bu mekân bulundu; bir çağdaş sanat müzesi olarak hazırlanıyor ve bienalle açılacak. Tüm bu hedefler doğrultusunda ve “tehlike bölgesi” olarak kabul edildiği için yabancı müzisyenler, sergi düzenleyicileri ve turistlerin Türkiye seyahatlerini ertelediği veya iptal ettiği şu zorlu Körfez Savaşı günlerinde, bienal bir yıl ileriye atıldı.