Gösteri, Aralık 1989
Bir sanatçının, resmini asistanlarına yaptırdığını düşünmek, sanatçının elinin özgünlüğünü varsayan, konuya yabancı kişiye baştan garip gelebilir. Oysa, bu hem doğuda hem batıda yüzyılların geleneğidir. Avrupa resim geleneğinde, sanatçı atölyeleri sayısız asistanlar barındırdı ve bu asistanlar ustaların tarzında resim yapardı. Kimi zaman, ustaya, baştan hazırlattığı resmi bitirmek düşerdi sadece. O boyutlarda, o denli teknik gerektiren resimlerin başka türlü tamamlanması da düşünülemezdi. Bunlar kimi zaman sanatçıların, çağdaş eksperler tarafından tanımlanmasını da güçleştirir. Örneğin, Tiziano’ya mı, Giorgione’ye mi ait olduğu kuşku götüren resimler vardır hâlâ. Minyatür geleneğinde, önceden hazırlanan şablona göre bordürleri, figürleri ve manzarayı çizen sanatçılar da kimi zaman farklıdır. Yüzyılımızda sanatçılar, yaratma ideolojileri doğrultusunda, Brancusi, Pollock gibi tek tabanca çalışmışlar ya da Minimalistler gibi yaratımı, nesnesinin üretiminden ayırmışlardır. Bunların yanı sıra yaratma fikrini doğrudan hedef alan, Duchamp, Warhol, Mike Bidlo, Mark Kostabi ve neo-geo sanatçıları da vardır.
İstanbul Bienali’ne katılan Sol LeWitt’in Süleymaniye Imareti’ndeki duvar resmini asistanlar Andrea Mareschalchi, David Higinbotham ve Anthony Sansotta 10 günde gerçekleştirdi..
Sol LeWitt’in üç asistanı ile bu resmin yapılış serüvenini ve sözünü ettiğimiz ilişkileri konuştuk;
Vasıf: Sol LeWitt ile çalışmaya nasıl başladınız?
David : Sol’la ilk kez 1972’de tanıştım. 1980’de çalışmaya başladım. Bir Japon asistanına ingilizce öğretiyordum önceden. Dillerle ilgiliydim, o da bana japonca öğretiyordu. Çalışanların hepsi Japonyalıydı. Sol İle aynı binada yaşıyorlardı. Yani telefonlara randevulara gerek yoktu. Sol gelin diyordu, gidiyorlardı işte. Lucy Lippard MoMA sergisinin ardından Sol’un japon ordusu diye yazmıştı onlar için. 1980’de işsizdim, Columbia Üniversitesindeki işimden ayrılmış ve işsizlik sigortası alıyordum. Beni downtown’da dolaşırken gördüler. O kadar aşağılarda görmeye şaşırmışlardı üstelik. Sol’un bir resmine yardım etmek için John Weber galerisine götürdüler hemen.
Vasıf: Anthony, serde John Weber’de çalışmıyor muydun o aralar?
Anthony: Evet, Galerideki sergileri asıyor ve indiriyordum. Sonra oradan aptal bir nedenden kovuldum ve Sol’la çalışmaya başladım.
Vasıf: Yılın önemli bir bölümü seyahat ediyorsunuz, bu sizlerin kendi işlerinizi nasıl etkiliyor?
David: Ben film yapımcısı ve fotoğrafçı olduğum işime çok yarıyor. Ama projelerimi ertelemek zorunda kalıyorum bazen. Asıl güvenilir gelir kaynağım Sol. Kazandığım parayı projelerime yatırıyorum.
Andrea: Ben bir de Alighiero e Boetti İle de çalışıyorum, 1984’den beri
Anthony: Ben de ressamım.
Vasıf: New York’ta sergiliyor musun?
Anthony: Artık değil.
David: Çünkü benim hapsikordumu akord eden adam Anthony’nin galerisinin sahibiydi. Sonra iflas etti.
Vasıf: Sol’un işini yapmak sizi nasıl etkiliyor, ne kadarı sizin Sol’un resimlerinin?
Anthony: Hiçbir tarafı.
David: Doğru değil bu. Bizim işimiz değil tabi, ama işini yapmakla övünmüyor değilim.
Anthony: Sol’un sanatı fikirdir, nesne değil.
Vasıf: Hiç rahatsızlık duyduğun oldu mu?
Andrea: Eyvah şizofren oldum, aman tanrım bu bir başkasının fırçası elimdeki!
David: Sol bu konuda çok açık. İşi bizi yapıyoruz. Yani gelince, olmamış filan deyip histeri krizine girmez. Sistemi kuran o, biz de resmin nasıl yapılacağını biliyoruz.
Vasıf: Mark Kostabi için ne düşünüyorsunuz? Stüdyosunda üç ressam bir fikir üreticisi bir de kahve pişirip çöpü dışarı çıkartan asistan var. Kostabi sadece onların resimlerini beğendikçe altına imzasını basıyor. Her birine de saatte sekiz dolar veriyor.
Anthony: Pis herifin teki. Post-Warhol megalomanyağı.
Andrea: Tabi uzun bir geleneğin devamı.
David: Endüstriyel tavır bu. Gucci imzasının arkasına o modelleri üreten bir yaratıcı bir kadro var. Onların da adını kimse duymaz. Kostabi de Gucci gibi.
Vasıf: Amacı da bu zaten.
David: Bu da bir diğer yöntem. Başkalarının yaratıcı fikir ve üretimlerinden seçip kendine mal etmek.
Andrea: Çok gerçekçisin David.
Vasıf: Sizin asistan sisteminiz farklı
David: Tabi, biz stüdyoda, Rönesansta değiliz. Ustamızın tarzında boyamıyoruz. Sol’un metodu şu. Sanat kavramdır. İlla da şahitlik nesnesine gerek yok.
Vasıf: Donald Judd için de bu böyle, Carl Andre için de.
David: Sol’un işi tamamiyle dilbilimsel. Biz camileri boyayan zanaatçılara benziyoruz. İmzamız yok, İşi yaratan asıl bunu kavramlaştıran. Sorunlar çıkınca işin mantığına göre çözüyoruz tabi.
Anthony: Halı dokumacılarına benziyoruz asıl. Tasarım elimize veriliyor, biz de onu en iyi şekilde bitirmeye çalışıyoruz.
Vasıf: Yani Avrupa stüdyo asistanları geleneğinden çok farklı
David: Dokumacıyız. Kültürel paraleli de bu
Andrea: Hala şu kültür lafından vazgeçemedin, ne kültürü, yoğurt kültürü (maya) mü?
Anthony: Hayır, patlıcan kültürü.
Vasıf: Siz resimi yaparken meraklılar geliyordu, herkes Sol’u arıyor, Ne zaman gelecek diye soruyorlar. Akılları almıyor, iş bitince gelir dediğim zaman. İş bitince, partiye, eğlenmeye gelecek diyorum onlara. Şu anda değişik Sol resimleri dünyanın değişik yerlerinde yapılıyor olabilir.
Anthony: Yapılıyor zaten. Şu anda Madrid, Paris ve New York’ta Lewitt resimleri yapılıyor.
Vasıf: Sol’un sanatında bir değişiklik yok mu? 60’ların başından bu yanı, bana daha duyumsal oldu gibi geliyor. İlk baştaki katı disiplin yumuşadı iyice.
Anthony: Bence gelişti. Ama aynı kavramlara çalışıyor.
Vasıf: Daha duyumsal değil mi?
David: Baştan daha dilbilimsel. Sonra bunu biraz gevşetti. Kavramların sınırını genişleterek resmini daha görselleştirdi. Tabi, Wittgensteincı kavramları hiçbir zaman bırakmadı.
Vasıf: Renk unsuru önemli mi? Baskıları o denli güzel ki.
David: Renk bir yan ürün. Çünkü renkleri de dilbimsel. Renk olarak değil, kavram olarak sarı, yeşil vs.
Vasıf: Buna rağmen yapıtın tanımı ile nesnesi arasına bir mesafe var.
David: Evet, şahitlik nesnesini görmen gerekiyor. Sol filozof değil. O bir sanatçı. Nesneyi görmen gerek. Nesneden fikire dönüşte hoş bir Duchampçi tavır da yok değil.
Vasıf: Bunu tartışmayı uzatmamız gerekmez. Gen de nesne önündeki duygu ayrı bir olay. Herkes kendi deneyimini yapıta taşır. Bir anlamda amacına yenik düşüyor. Çünkü Sol’un resmine bakınca duyumsal bir karşılık ta verilebilir. Üründen bahsediyorum tabi bu arada. Rengi, biçimi, nerede olduğu.
David: iyi bir sanatçı ondan. Ama sisteminden dışarı çıkmadı hiç bir zaman. Fikirden güzel bir nesne üretiyor. Dediği gibi, fikir, sanatı yapan bir makinedir. Aksamayan bir sistem.
Vasıf: 60’lardaki modüler işlerinde bu duygu yoktu.
Anthony: O zamanlar sistem daha ağır basıyordu bence. Ben yetmişlerin başında da benzer bir duyumsallık görüyordum.
David: Bence hiç te duyumsal değil. O bir yan ürün. Sol’un bir yolu var, Zen bir yolu var. O yolu takip edersen her yaptığın doğru olacaktır. Aydan aya fark var işleri arasında, kimi soğuk kimi canlı. Bir anlamda yolun bir parçası bunlar, ama önemli olan yol.
Andrea: Bu amma da romantik bir fikir.
David: Hiçte romantik değil, felsefi.
Andrea: Yani Zen fikri romantik değil mi?
Vasıf: Romantikten de öte, üretilmiş, ideolojik bir anlamda.
Anthony: iyi bir tartışma bu.
Vasıf: Türkiye hakkında ne düşünüyorsunuz.
Anthony: İstanbul’a aşığım.
Andrea: Bir köprü…. Ortada.
Vasıf: Orta, olmayan bir yerdir ama.
Andrea: Evet bir kapı gibi, sadece içinden geçersin bir oraya bir buraya, ama ortanın kendisi yok tabi. Kapı eşiği gibi.
David: Burası çok Avrupalı bir şehir. “Dışarı” bir yer gibi görmedim Istanbul’u. Tam anlamıyla eski dünya, ama üçüncü dünya değil.
Vasıf: Yani bizde mi tarihin altında eziliyoruz.
Andrea: Avrupa kadar ezici değil.
David: Burada daha çok kültür geçişi var. Gene de her başka yer gibi, yeni teknoloji, vs.
Andrea: İstanbul Viyana gibi.
David: Burası Londra’dan, Roma’dan daha az üçüncü dünya. Avrupa yeni yeni kişiliğini arıyor, yeniden tanımlamaya çalışıyor. Avrupa bu konuda daha çok yeni. Ama sizde kişilik sorunu yüzyıllardır sürüyor. Ne farkı var aslında. Şehirlerin isimlerini değiştir yeter. Londra’ya Berlin de, Roma’ya da New York…. Global sistem bu.
Anthony: Buranın ritmi farklı.
Vasıf: Resmi yaparken nasıl güçlükler çektiniz?
Anthony: Kat be kat kireçten resmi izole edecek alt malzeme bulamadık bir türlü.
Andrea: Başka bir sürü yerde de bulamamıştık önceden.
Anthony: Fransa’da var örneğin, demek ki birinci-ikinci dünya değil daha.
David: Ama bu türlü sorunlarla karşılaşmaya hazırız her zaman. Siz burada basit bir fiksatiften bahsediyorsunuz. Ben New York’un dışında uluslararası bir gazete bile bulamıyorum Amerika’da. Yani bu bir diğer ülkenin durumunu niteleyebilmek için bir kıstas değil. Burada fiksatife de ihtiyaç yok çünkü duvar boyama teknolojisi de farklı.
Andrea: Bakın burada PVA tutkal kullandık ve işimize de yaradı. Bir keresinde Roma’da başımıza gelenlerden çok daha az dert çektik.
Vasıf Kortun: Yani ilk kez böyle bir yapıyla karşılaşmadınız?
Anthony: İlk kez bir islami yapıda çalıştık. Sol’un resimleri, New York loftlarında New York loftlarına göre düşünülüyor öncelikle, onun için değişik bir duvarla karşılaşınca zorluklar çıkabiliyor.
Andrea: Ah, o ince New York duvarlari. Nerede Roma’nın kapı gibi duvarları. Süleymaniye’nin duvarlarına bir bak. Nem tutmuyor bir kere. Bu nedendir ki basit bir tutkal duvarı sağlamlaştırmamıza yetti.
Vasıf: Bina hakkında ne düşünüyorsunuz, bence ideal ölçüler üzerine kurulmuş. Böylesi bir yapıda Sol’un resmi nasıl duruyor sizce? Hem resmin hem de binanın temelinde modüler, matematiksel kavramlar var.
Anthony: Bahçe rezil bir durumda, o bahçeye çeki düzen vermeleri gerek.
David: Sol yıllardır yapıya uygun çizimler yapıyor. Biçimlerin seçimi ve bantların genişliğine kadar burada da aynı mesele söz konusuydu. Sol’un mimariye karşı çok özel bir duyarlılığı var. Edinburgh’da, Ghent’te onun için duvar resimleri yaptım. Mimariye çok duyarlıydı. Yani bu onun sistematiğinden değil, var olan duruma göre kendini uyarlayabilmesinden ileri geliyor. Sol’un duvar resimlerine bakınca önce akla önce mimari geliyor. Bu önemli.
Anthony: Bu Daniel’den (Buren) biraz farklı. Daniel şeritleriye, yani mekanı kendi modüler yaklaşımı, Kartezyen, Fransız tavrıyla ortaya çıkarıyor. Mekanı analiz ediyor bir anlamda. Kavramsal düzeyde daha minimal bir sanatçı.
Vasıf Kortun: Ama kimi zamanlar mekanı da parçalamıyor değil. Örneğin en son Paris’te Musée de L’Art Moderne’deki işi. Özellikle ayna kullandığı zaman.
Andrea: Buradaki işi değil ama, galerilerde yaptığı işler de kimi zaman öyle. Mekanın analizine bağlı.
Vasıf: Bu dört sanatçının birlikte sergilenmesine ne diyorsunuz.
Anthony: İlk kez değil.
Vasıf: Biliyorum ama ilk kez sadece dördü bir arada.
David: Birlikte olmayı da yeğlediler herhalde.
Anthony: Duruma bağlı. Kimi zaman işleri de uyuşmuyor.
Vasıf: Long’un işi hakkında ne düşündünüz.
Anthony: Ben daha başka bir şey bekliyordum o mimaride. Daha üç boyutlu birşey bekliyordum. Örneğin yatay taşlı bir yapıt isterdim. Fiziki, ve görsel ağırlığı olan bir iş belki.
Andrea: Long’un işi o denli uzunki. O çizginin ucunda, orası mutfağın fırınına doğru bir gidiş var. Mekanın farkındasın. Resminin çevresinde dolaşıyorsun. Akıtıyor boyayı, üç boyutlu, heykel gibi .
David: Her sanatçı işini diğer sanatçılar mekanı kullanmayacak gibi yapıyor. tabi, bu anlamda yapıtların karşı karşıya gelmelerinden doğacak sonuçlar o anın dinamiğine bağlı. Richard, Sol’un işini baştan görseydi belki değişik bir şey yapardı. ama grup sergileri böyledir.
Anthony: Bütün bineallerde olduğu gibi, her sanatçı kendi işini yapar. Bu özel olarak planlanmış bir sergi değil. Niteliği ve amacı farklı. Sonuçta iyi bir sergi oldu bu.
David: Kesinlikle.